Herkes biliyor ki içinde bulunduğumuz dönem bahsedildiği gibi finansal kriz olmayıp, bölüşüm ve paylaşım savaşıdır.
Peki paylaşılamayan ne kaldı?
Tüm siyasal sistemler; doğal kaynakların ve üretilen artı değerlerin nasıl bölüşülüp paylaşılacağı ve bu konuda karar merkezlerinin ne olacağı kriterlerine göre tanımlanmışlardır.
Tarihsel süreçte doğal kaynaklar, üretim ve ulaştırma araçlarından sonra iletişim kaynakları da aynı merkezlerin eline geçmiştir.
Her şey parayla ölçülmeye başlamış, kapitalist sistemin pazarlama aracına dönüştürülmüştür.
Toplumların birlikte var olabilecekleri gerçeği unutulup, bireyin güdüleri ön plana çıkartarak, bireysel egoların tatminin paylaşımdan daha önemli hale getirilmiştir.
Toplumsal algılar; “kendini kurtar, ez geç, rakibini yok et, yanında kine aldırma, kişisel çıkarlarını ön planda tut” algıları ile kalabalıklar içerisinde iletişimsiz yalnızlıktan cinnet geçirecek düzeye gelerek intikam duygusu ile hareket eden bir topluluk haline getirilmişlerdir. Her şey para ile ölçülmeye başlandığı bu düzende paranın kaynağı ise daha da acıklı bir hal almaktadır.
Hiçbir şey üretmeden paranın üzerine rakam yazarak oluşturulmuş banka parası son zamanlarda kaldıraçlı ürünler diye de tanımlanarak, sürekli artarak günümüze gelinmiştir.
Bu etki merkezleri banka parası ile borç vererek 2016 yılı Mart ayı itibari ile dakikada 4.4 milyon USD faiz geliri elde edebilmektedir. Bu rakam, hiçbir çaba sarf etmeden Fransa milli geliri kadar bir rakama denk gelmektedir. Yani her yıl Fransa ekonomisinin milli geliri (2.34 trilyon USD) kadar gelir, sadece faiz yoluyla elde edilmektedir. Dünya milli gelirini kabaca 70 trilyon USD dersek, bu faiz düzeni o kadar büyük bir gelir dağılımı dengesizliği yaratmış ki, 2015 yılı sonunda dünya nüfusunun yüzde biri, dünya servetinin % 99’una sahip olmuşlardır.
Her devlet milli gelirinin %90’ını borçlanmış durumda. Bu borçları insanlar çalışıp ödemek isterler ama çalıştıkları işyerleri de artık özelleştirme adı altında bu egemenlerin eline teslim edilmiştir. Bu geliri ödeyebilmelerinin bir tek yolu, doğal kaynaklardan elde edecekleri gelirle ödemeleridir.
Şimdi hafızamızı tarayalım.
Ekilebilen tarlalar, ormanlar, göller, deniz kenarları, fabrikalar, dağlardaki turizm bölgeleri kimlerindir? Dünyanın kara parçalarının %50’si ve denizlerin %30’u sahipli olmasına ve kullanılmasına rağmen hala sahipsiz ve ortada büyük bölgeler mevcuttur. Bunlar
• Antartika ve çevresi Kuzey kutup bölgesi
• Çok yüksek dağlık alanlar
• Okyanuslardaki açık denizler
• Devlet sınırları içinde olup kamu malı olduklarından kullanılmayan Türk coğrafyasındaki arazi, göl, nehir ve ovalar, yaylalar
Bu alanların bölge insanı tarafından kullanılmasını istemek ve bunun için savaşmak gerekir. Çünkü içinde yaşadığımız coğrafyada yaşama hakkımız tehdit altındadır. “Gerekirse doğuya kaçarız” söylemi boş olup, elin oğlu oralara bizden önce gitmiş olabilir. Küreselleşme denilen olgunun bir sömürge yöntemi olup yerel olanları yok ettiğini hep anlatmaya çalışmıştık.
Ülkemizdeki ideolojik yaklaşımların tekrar gözden geçirilmesine çok acil ihtiyaç vardır. Suriye ve Irak’ta gördük ki coğrafi bir yaşam alanı yoksa ne millet ne de devlet olarak kalabilirsiniz. O zaman milliyetçiliğin tanımını ekonomik ve doğal varlıkların korunmasını da içine alacak şekilde yeniden değerlendirmeliyiz. Milliyetçiliğin bölüşüm, paylaşım ve ortak mutluluk üzerinden yeniden tanımlanmaya ihtiyacı vardır.
Çok okunan N. Times Gazetesi’ne yazar Roger Cohen adıyla yayınlanan yazıda Liberalizm Milliyetçilik ve otoriterlik karşısında yenik düştü diye bir yazı yayımlaması yetmezmiş gibi İngiliz yayın kuruluşu BBC yaptırdığı bir çalışmada mutluluğun mutlak ve doğa üstü bit güce inanmaktan geçtiği sonucuna varıldığını yazmaktadır. Oysa biz daha düne kadar Kūreselleşme sürecinde ulus devletlerin ve milliyetçiliğin yok olmak üzere olduğu konuşuyorduk.
Milliyetçilik ve ulus devletlerin bir bunalım içinde oldukları doğrudur. Çünkü ortak yaşam ve ülkü sahibi insanların yaptıkları fedakarlıklar sonucunda, genel halk yerine bir avuç yöneticinin zenginleşip rahat yaşaması milliyetçiliğin en büyük sorunudur. 1993 yılında Almanya Cumhurbaşkanının “Almanya için en büyük tehlike artık herkesin kendini düşünmesidir.” derken aynı soruna dikkat çekmekteydi.
21. yüzyılda insanların sorduğu şu temel soruya doğru cevaplar bulmalıyız. Bizler ülke ve ülkü uğruna kavga edip, fedakarlık yaparken ve en önemlisi ölürken, bu durumda kimler iyi yaşayacak. Devlet denen organizasyon gücünü kullanarak kimleri rahat yaşatacak.
Bu sorular günümüzde devlet memurları, asker ve polisle, işadamından bilim adamına kadar sorulan temel sorudur.
Yoksa hiç tanımadığı birinin kendi fedakarlığı ve acıları üzerinde rahat yaşamasına gönlü razı olmaz (bu konuda insanların soru sormaması için her türlü yükleme ve baskı devam etmektedir).
Böylece milliyetçiliğin insanımızın yaşam biçimi haline gelmesi de sağlanmış olacaktır.
İşte bu noktada bu coğrafyada yaşam hakkını bozan her türlü eylem ve girişim (tarihe, kültüre, geleneklere, coğrafyaya, tarıma, insan değerlerine ve canlılara, birlik ve bütünlüğe karşı) affedilmez sayılıp, kararlılıkla mücadele edilerek toplumsal düzen oluşturulmak suretiyle emperyalizmin önünde durulabilir. Yoksa her eylemimizde emperyalizmin kucağına bir kere daha düşeriz.
Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül gençliği iki ayrı ideolojiye bölünmüştü. Bir kısım gençlik sokaklarda “Kahrolsun faşizm (liberalizm / kapitalizm – yaşasın komünizm /sosyalizm)” diye bağırırken, gerçekte bir bölüşüm modelini diğerine tercih ettiğini haykırıyordu. Biz bu gençliğe “solcu” dedik.
Kendisine milliyetçi diyen diğer gençlik gurubu, sokaklarda ölesiye “Kahrolsun komünizm /sosyalizm-yaşasın Milli Devlet, Vatan, Turan” vs. diye haykırıyordu. Milliyetçi gençlik aslında komünist paylaşıma karşı idi ama yerine ne koyacağını bilmiyordu!
Bu boşluğu adil düzen söylemiyle dolduranlar hala iktidarda olup, günümüzde milliyetçiler hayretle “nasıl oluyor?” diye kafa yormaktadırlar. Bunun cevabı bölüşüm ve paylaşımdır. Bölüşüm ve paylaşım temelli milliyetçilik, yeni dünya düzeninde emperyalizmin durdurucusu olacaktır. Bunu yapamaz isek, içinde yaşadığımız coğrafyadaki dağları, ovaları, göl ve nehirleri elimizden alırlar.
O halde Kaçkarlardaki zirvelerin sahibi kim? Suyundan, havasından ve toprağından yararlanma hakkını nerden alıyor? Aynı soruyu Kafkaslar üzerinden Türk coğrafyasına uzatabiliriz.
Batıda her olmadık yere kilise yapılıp mal kiliseye tapulanıyor. Tabi ki kilisenin tabi olduğu krala, kraliçeye! Ülkemizde özel mülkiyet kavramı Tanzimatla ortaya çıkmış ve Padişah ya da bölge valileri bu boş arazileri kendi üzerlerine tapulamaya başlamışlardır. Bu işin ciddiyeti o denli ileri düzeye gelmiştir ki, kargaşa çıkartılan bölgelerde, kargaşa sonrası mülkiyet kavgası çıkmaktadır. Bu nedenle T.C 1924 anayasasında başlayarak 1937 ve1956 yıllarında orman kanunları çıkartılarak bu boş ve sahipsiz bölgeler Devlete mal edilmiştir. Bu durum 1961 ve 1982 anayasasında çok bağlayıcı hükümlerle korunmuştur. Ülkemizin %50’sinden fazlası kamu arazisi olup herkesin gözü bu arazilerdedir. Bizde ise önce ibadet yerlerine sonra da etrafındaki cemaate tapulanıyor. Böylelikle doğal kaynaklar bir yerlere adreslenip, sonrada kontrol edilecekler.
İster imtiyaz sözleşmesi, ister üst kullanım hakkı deyin, bir kere verilsin bir daha alınması imkansızdır.
Bu topraklarda yaşayanlar, bu toprakların sahibidir. Eğer mezheplere, gruplara cemaatlere ayrılmadan ortak çıkarlarımızı korursak bundan daha büyük milliyetçilik mi olur?
Günümüzdeki en büyük kavga, bu sahipleri meçhul alanlar için yapılan savaşlardır.
Egemen güçler, o bölgelerde kimin siyasi otorite olduğuna bakmaz, kaynakların artı değerlerinin kendilerine akıp akmadığına bakarlar.
Hala çıkartamadığımız Abdülhamit’in Hicaz demiryolu karşılığında Almanlara verdiği, demiryolunun sağında ve solundaki 10 kilometrelik alandaki doğal kaynakların imtiyazı ile (Almanlar arkeologları yollayıp güya arkeolojik araştırma yapıp doğal kaynakların arasından geçen bir demiryolu çizmişlerdir.), TBMM’nin kuruluş aşamasında ABD’ye verdiği bu imtiyazlara ilave olarak Doğu Karadeniz’deki petrol yatakları imtiyazı arasında kalmış bir Doğu Politikamız hala devam etmektedir.
Yukarıda açıklanan Orman Koruma Kanunları, bu antlaşmaların dayatmasından kurtulmak içindir. Günümüzde, Güneydoğuda yaşadığımız mücadele de bunun için olup, iktidarların bu konuda yabancılara verecekleri imtiyaz kadar destek göreceği aşikardır. Bu açıdan Turan coğrafyasında SSCB’den geriye kalan devletler yıkıldığında sahipleri kim olacak? Bu sorunun cevabı, 21. yüzyılın temel sorunu ve kavga sebebidir.
Milliyetçilik tanımının içerisine;
a- Tüm canlıların yaşama hakkına saygı (İnsanında bir canlı olarak değerlendirip tüm canlılarla birlikte yaşayacak bir toprağa ve çevreye sahip olmasına değer verildiği için son derece çevreci)
b- İnsanların sosyo kültürel değerlerine saygılı, geçmişten geleceğe köprü (Irkçı söylemlerden öteye, bu topraklarda yaşayıp başka din ve etnisiteye sahip insanların milli olabileceklerine inanarak o zaman etnisiteye dayalı siyasetin zemini de zayıflatılabilir)
c- Korunacak değerlerin içinde, yaşanan coğrafya üzerindeki doğal kaynakların o ülke vatandaşları tarafından adil bir şekilde kullanımıni sağlayacak bölüşüm ve paylaşım modeli, (Yaratılan artı değerlerin bir kısmı sistemin devamlılığı için kullanilirken, bir kısmı toplumun refahının artırılması için adil bölüşümü sağlayacak bir bölüşüm modeli bulunmalıdır. Bu durum toplumdaki gelir dengesini sağladığından bireylerin gelecek ve aidiyet duygularını kuvvetlendirecektir).
d- Özel mülkiyet hakkına saygı duyularak, bireylerin kazanımlarımı kullanma ve miras bırakma hakları garanti altına alacak maddeler konulmalıdır. (Bu yapı ile, sömürgeci olmadığımızdan için, her türlü siyasi düşünceyi de rahatlıkla kapsayabilecektir. Ancak, devlete olan borçlar silinerek bu parayla özel mülklerin elde edilmesinin de önüne geçilmesi gerekir.)
Yaşar Canca
Kaynak: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Tarih-Kültür dergisi
Haziran 2016 sayısı