Gülen adama veda… Meçhule merhaba…
A+A-
Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU
selcantasci@gmail.com
01 Ocak 2021
Adından başlayarak, sembolize ettiği bütün değerler ve kullandığı birçok ölçüyü benimsememekle birlikte, bu alanın “klişesi” haline geldiği için “Nobel” üzerinden izah etmeye çalışayım:
Kendisi, hep yazdığını söylediği, sözlü olarak onlarca, yüzlerce sayfasını hafızasından okuyabiliyor olsa da, belki kağıda dökülmüş bir tek sayfası bile bulunmayan o tarihi romanını yazabilmiş olsaydı, bunun bir mükafatı olur muydu, bilmiyorum. Ama eli kalem tutan herhangi biri, -öyle çok üstün edebi vasıflara sahip olmasına da gerek yok- hiçbir öznel yoruma, kurguya, süsle, püse, sanata başvurmaksızın, sadece gördüğünü olduğu gibi aktarabilen herhangi biri “onu” yazsaydı, Nobel edebiyat ödülünü -açık ara- kazanırdı.
Türkiye’ye Oscar kazandırmak mı istiyorsunuz?
Yarından tezi yok, “onu” senaryolaştırın; hayatının filmini yapın. John Nash halt etmiş; “akademi”nin görüp görebileceği en iyi dahi/deli hikayesine imza atarsınız.
***
İstanbul’da yaşadığım yıllar boyunca, gazeteye gittiğim hemen her sabah karşı karşıya kalmaktan korktuğum şeydi bu. Çalışma masam, Muhiddin Amca’nın “evi”yle aynı kattaydı. “Evi”; zira, tanıyan herkesin malumu olduğu üzere gazetede yaşardı. Yazı masası yatağı, kitaplar yastığı, gazete sayfaları yorganı…
Yokluktan değil.
Yoksulluktan değil.
Kimsesizlikten değil.
İçine girip belki bir gece bile yatmadığı sayısız ev kiraladı; kitapları için. Her birine kitaplarını taşıdı; sakladı hatta.
“Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi” denir ya; bir insanın çocukları için vazgeçebileceği ne varsa, o kitapları için vazgeçti tamamından da… Göze alabileceği ne varsa, kitapları için göze aldı. Onları kaybetmemek için akla hayale gelmez şeyler yaptı; gerçekten akla, hayale gelmez ama…
Ailesi yok değildi ama kimsenin kitaplarından daha yakın olmasına izin vermedi; kitaplarıyla arasına girebileceğini sezdiği -ki sanrıdan ibaretti belki- her kişiyi, her türlü ilişkiyi, mutlu olma şeklini reddetti. Onun hayatında var olabilmenin yegane koşulu onu “kitaplarıyla” kabul etmekti; kitaptan dağlar arasında onunla birlikte kaybolmaya rıza göstermek.
***
Dediğim gibi, evine “komşu”ydu masam. Zeki Efe‘yle birlikte, bizim katın en erkencilerinden, dolayısıyla da sabahları onu ilk görenlerden biri bendim.
Elinde su bardağına yapılmış sütlü Türk kahvesiyle, “Sultanım” diye karşılamadığı sabah yok gibiydi bizi… Eğer olurya, birkaç saat ortalarda görünmezse, o şüphe düşüverirdi hemen içimize;
Bir şey mi oldu acaba?
Hemen herkes, dillendirmekten imtina ettiği bu kaygıyı da taşıyarak sağa sola bakar, sorup soruştururken, bir anda görünüverirdi kapıda. Sırtında, tıka basa kitapla doldurduğu valizi… İki büklüm…
Sabah namazına müteakip sahaf yollarına düşmüş yine…
***
Böyle bir Guiness kategorisi var mıdır bilmiyorum ama başvursa rekorlar kitabına girebilecek bir hafızaya sahipti;
“Tarihçi” diye anılır ya, sade tarih değil, müzikten yemek tariflerine, mimariden edebiyata, dinden spora… Basılmış olup da vakıf olmadığı kitap yok gibiydi. Herhangi bir konuda, herhangi bir bilginin, hangi kitabın, hangi baskısının, hangi sayfasında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. Ayaklı bir “Dip not” külliyatı gibiydi. Bir kitap adam…
Bütün bu olağanüstülükler; onun için öyle normaldi ki… Onun yaşadığı ve bizim idrak imkanımızın bulunmadığı boyuttan bakınca, bütün bunları biliyor olması değil, bilmiyor olmamız şaşılacak haldi .
***
Velhasıl; nevi şahsına münhasır insandı; ne anlatmakla biter, ne yazmakla başkalıkları.
Bu dünyada sahip olma gereği duymadığı “mekanı” cennet olur inşallah.
***
Günün birinde, bu eşsiz “insan hikayesi”ni yazmaya, anlatmaya aday olan çıkarsa, buna paralel giden bir “insanlık hikayesi”nin de izini sürsünler mutlaka; YENİÇAĞ Gazetesi imtiyaz sahibi Ahmet Çelik, İcra Kurulu Başkanı Ahmet Yabuloğlu ve Genel Yayın Yönetmeni Hayri Köklü‘nün isimleri çıkacaktır karşılarına orada.
***
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Durmuş Hocaoğlu, İrfan Ülkü, Ergun Kaftancı, Behiç Kılıç, Afet Ilgaz, Servet Kabaklı, Hasan Demir, Altemur Kılıç, Necdet Sevinç…
Burhan Ayeri…
Muhiddin Nalbantoğlu…
Kimler geldi kimler geçti derken Kenan Akın…
Kenan ağabey, gazete binasında mesai harcamadığından çok anı biriktirme şansımız olmadı onunla ama sınırlı zamanlardaki sohbetlerimizden anladığım, mesleki başarıları, izleri, eserleri bir yana yaşamayı seven adamdı. Yaşamayı bilen adamdı.
Yalan dünyanın yalan işlerini yemiş, yutmuş, çözmüş, aşmış adamdı.
Yaramaz bir çocuk edası vardı; sözünden olmasa gözünden haylazlık taşardı.
İyi bilirdim.
Allah rahmet eylesin.
***
İki buçuk haftalık aranın ardından ilk yazımı “musalla taşlarının arasından” geçerek yazmak durumunda kalacağım aklımın ucundan geçmemişti.
Ama böyle günler bu günler…
Umarım bugünleri de aramayacağımız bir yıla girmişizdir.
Kaynak ;Yeniçağ