Atila Kaya, “Ülkücü vicdanlara sesleniş” başlığıyla yayımladığı açıklamasında, “Melih Gökçek’in şeref kattığı MHP’de Atila Kaya’ya yer yokmuş” dedi ve AKP ile yol yürüyen Balgat’taki siyasetçiler için “Dokuz ışıkla aydınlanamayanların, bir ampulün ışığından aydınlık ummaları ne hazindir” ifadelerini kullandı.
Twitter hesabından yaptığı paylaşımda 2-3-4 ve 5’inci sayfalar bulunmazken, Ülkücü hareketin efsane isimlerinden Atila Kaya’nın açıklamalarından satır başları şöyle:
- MHP’den ihraç edilenin sadece ben olduğumu düşünen hata eder. MHP’den ihraç edilen; Türk milliyetçiliğinin, milliyetçiliği rabiacılığa ve millet egemenliğini tek adam sultasına dönüştürmek isteyenlere direnme azmidir.
- Ne zamanki MHP’de sadece Ülkücülük olur; işte o zaman Ülkücülük de sadece MHP’de olur! Ben ülkümü asla yitirmedim; onu saraylarda arayanlar, yitirdiklerinin hâl beyanında olanlardır.
- İhracın, bana ödetilen bedel, kalanlara gözdağı olarak düşünüldüğü açıktır; görüp de sussunlar, bilip de söylemesinler diye. Gözdağının etkisi kalanların tıynetine bağlıdır; varlığını Türk varlığına armağan edenler için ihraç, dişe dokunur bedel değildir.
- Ben ülkücülüğümü parti üyeliği ile kazanmadım; idam aldığımda da hapis yattığımda da üye değildim. Bu halde 12 Eylül cuntasına boyun eğmedim. Şimdi, o cuntanın asmayıp beslediklerine boyun eğmedim diye üyeliğimi elimden alacaksanız; sizin olsun!
- Milliyetçilik ve demokrasinin ikizliğine inanan biri, bu inancı; TBMM ve yargının devre dışı bırakıldığı, hak ve hürriyetlerin tek adamın insafına teslim edildiği bir düzenle uyuşturabiliyorsa, ona söylenecek söz yoktur! Darbeye direncimiz de böyle bir düzene isyan değil miydi?!
- Bir de Erdoğan’ın ülkücülerin bulunduğu çizgiye geldiğini savunanlar var; neymiş o çizgi? Millî davanın Doğu Türkistan yerine Kudüs olması mı? İslamcıların bile gündemine Hamas’tan sonra giren Filistin hangi ara Türk illerinin yerine ikame edilir oldu?
- Bekaya yönelik tehdidi dışarıdan bekleyenler bilmelidir ki; “dış güçler”, “üst akıl” gibi kavramlarla örülü bir siyasi söylemle perdelenmeye çalışılsa da, AKP uygulamaları, beka meselesinin Türkiye’nin dışında olanlardan çok içinde olanlarla ilgili olduğunu göstermiştir.
- Yandaşların toplamından ‘Millet’ olmayacağını en iyi milliyetçilerin bilmesi gerek. ‘Millet’ düşüncesine yabancı, mümin-kafir dikotomisiyle topluma yaklaşan bir zihniyetin ötekileştirmesi anlaşılır; milliyetçilerin toplumu bölmesi izah edilemez.
- Eğer Türkçü iseniz, “Türk Tipi Başkan” adayınız; Tonyukuk gibi devlet aklının timsali bir bilge, Bilge Kağan gibi “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye” ömrünü Türklüğe adayan bir lider, Tuğrul Bey gibi kılıcını din alanı ile siyaset alanının arasına koymuş bir Bey midir?
- Siyasetinin temeli Türk milliyetçiliği olan ve bunu adında da taşıyan bir parti; siyasi ümmetçiliğin otoriter yönetimini savunan iktidarı desteklemeyi ve buna itiraz ettiğim için beni ihraç etmeyi ne tür bir milliyetçilik yorumuyla tevil edebileceğini düşünmektedir?!
- İnanacak yaştadırlar diye, gencecik çocuklara “hain” olduğumu mu söyleyecekler, söyletecekler? Makamla söyletilen veya parayla yazdırılan biri -sanki “günaydın” dermiş rahatlığında- ömrünü ülkücülüğe adamış birine “hain” derken ülkücü vicdanlar rahatsız olmayacak mı?
- Ülkücülük de -milliyetçilik gibi- bir tercihtir ve her tercih gibi akıl, vicdan ve kişilik ile yapılır; bir tercih yapmakla da bunlar vestiyere asılmaz. Akıl, vicdan ve kişiliğinden vazgeçen ülkücü olamaz; ideallerin çıkarlara feda edildiği yerde de Ülkücülük olmaz!
- Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin olduğu kadar idealizmin de temsilidir. Bugün hem Türk milliyetçiliği hem de idealizm tehdit altındadır. Bugünkü ülkücülük pratiği ve teşkilatları bir arada tutan yegane motivasyon -ne yazık ki- idealizmi söyleyip materyalizmi yaşamaktır.
- Ülkücünün görevi; birilerinin koltuğunun değil, milletin hak ve özgürlüklerinin bekçiliğini yapmaktır. Her ülkücünün üzerinde olan ve hiç kimsenin iki dudağının arasında olmayan, ülkücülerin kaderi siyasi islamcıların ellerine teslim edilemez!
- Ülkücülere biçilen rol; “liderin bir bildiği vardır” sınırlarında koşulsuz itaat midir? “Ben bilmem lider bilir” demek, davayı bilmemenin ikrarıdır. İnsan ne olduğunu bilmediği şeye inanıyor da değildir; sadece ona bağlı ortak bir maddî yaşam sürüyordur.
- Belli değerleri yaşatmak için oluşturulan teşkilat, o değerleri savunanları ezen ve o değerleri ortadan kaldırmayı varlığını devam ettirmenin gereği gören bir güce dönüştürülmüştür. Bu, ‘lidere sadakat’ anlayışının, ‘doktrine ters düşse bile’ şartıyla uygulanmasının sonucudur.
- Ülkücü Hareket’in kurucusu Başbuğ Türkeş, “Bu Mücadelede ben düşersem bayrağı kapın, daha ileriye gidin; dönersem vurun!” demiştir; “dönersem siz de benimle birlikte dönün” dememiştir!
İŞTE O 17 SAYFALIK AÇIKLAMANIN TAM METNİ
ÜLKÜCÜ VİCDANLARA SESLENİŞ:
MELİH GÖKÇEK’İN ŞEREF KATTIĞI MHP’DE ATİLA KAYA’YA YER YOKMUS!
“Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların”, devenin cinsiyetine söz birliğiyle şahitlik etmeleri sonucu, MHP’den ihraç edildim. “Kör bir kayıkçı gördü”.
Ben, Türkçülüğü “bölücülük” olarak gören, Türk milliyetçiliğini ayakları altına alabileceğini düşünen bir zihniyeti eleştirdiğim için, Türk milliyetçilerinin siyasi organizasyonu olan ve milliyetçiliği programının temeli sayan Milliyetçi Hareket Partisi’nden ihraç edildim; bunu takdir edecek olanlar öncelikle ülkücülerdir.
MHP’den ihraç edilenin sadece ben olduğumu düşünen hata eder. MHP’den ihraç edilen; Türk milliyetçiliğinin, milliyetçiliği rabiacılığa ve millet egemenliğini tek adam sultasına dönüştürmek isteyenlere direnme azmidir. Bunun aksini savunanlar, ihraç gerekçesi olan eylem ve söylemlerimin Genel Merkez’in iktidar karşısındaki tutumuna değil, Türk milliyetçiliğine ve Ülkücülüğe aykırı olduğunu kanıtlamak durumundadır. “Ülkücülük ancak MHP’de yapılır” diye haykıranlar, “MHP’de ancak Ülkücülük yapılır” da diyebilsinler istedim. Zira ne zaman ki MHP’de sadece Ülkücülük olur; işte o zaman Ülkücülük de sadece MHP’de olur! Ben ülkümü asla yitirmedim; onu sarayda arayanlar, yitirdiklerinin hal beyanında olanlardır.
Bu Kafkaesk ihraç saçmalığı karşısında elbette savunma yapmayacağım; eylemlerini ülkücü akıl ve vicdan karşısında savunması gerekenler bu ipotekli iradenin sahibi ve onun emirber neferleridir; siyasi ümmetçiliğe karşı Türk milliyetçiliğinin doğal reflekslerini sergileyen birini, milliyetçilik temeli üzerine kurulmuş bir partiden atmak isteyenlerdir.
MHP’yi AKP’ye muhtaç hale getirenler de, bu desteğin bedelini ülkücülüğe en uzak ve onur kırıcı şekilde ödeyenler de beni ihraç edenlerdir. Bunu yapmaktan kendilerine gurur payı çıkartanlar, ülkücü fidanlara “biz “Melih Gökçek partimize şeref kazandırır’ dedik; Atila Kaya’yı da ihraç ettik” derken de bakalım aynı hissi duyabilecekler midir?!
Belli ki; uğruna canların verildiği Hareket’i şahsî ikballerine basamak yapanlar, ülkücü muhayyilede nasıl muhafaza edileceklerine dair bir endişe taşımamaktadır.
İhracın, benim için ödetilen bir bedel, kalanlar için ise gözdağı olarak düşünüldüğü açıktır; görüp de sussunlar, bilip de söylemesinler diye… Gözdağının ne derece etkili olacağı kalanların
Her şey bir yana, ülkenin bekasını korumanın yolu, onu beka mücadelesi verir hale düşüren bir parti iktidarını desteklemek olamaz. Bilakis ilk adım onu ivedilikle iktidardan uzaklaştırmak olmalıdır. Öte yandan; AKP’nin referansları, yapılanması ve icraatları Türklüğün bekasını korumak misyonuna sahip olduklarına dair göstergeler içermemektedir. Entelektüel (kavramsal) düzeyde ‘beka’ ile ‘ideolojinin ilgisini bilenler, AKP ideolojisinin Türklüğün bekasına hizmet edemeyeceğini de bilirler. Bir şeyin bekası ile onu savunan ideoloji arasında açıkça görünür bir bağ bulunmalıdır. Türklüğün geleceği teslim edilenlerin zihniyetinde – kavramsal olarak- ‘Türk Tarihi’, ‘Türk Devleti’ ve ‘Türk Milleti’ne referans yoktur. Aksini savunabilmek için 50 yıldır beslendikleri kaynaklardan tek örnek gösterebilmek gerekir. Teorik olarak; ümmetçi bir ideolojinin, ulusal çıkar’ı ‘ümmet çıkarı’na öncelemesini beklemek büyük bir saflık ve beyhude bir çabadır. Bunların kitabında, “Tarih’ “evliya menkıbeleri”; “Devlet “ulu’l emr’in iki dudağı”: “Vatan “seccadenin serilebildiği herhangi bir yer”; “Millet’ ise “sadece aynı dine (hatta mezhebe) inanan insanlar topluluğu”dur. Bunların kitabında; “beka savunusu”, “gerektiğinde giyilen papaz cübbesi” kadar anlamlıdır. Nitekim Erdoğan, MHP’nin “beka meselesi” gördüğü Afrin harekâtını, AKP’yi metal yorgunluğundan kurtarma vesilesi olarak görmüş ve bunu dile getirmişti. Ömrü boyunca Türkçülük yapmanın bölücülük olduğuna inanmış ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmemiş olan Erdoğan’ın, “beka” derken Türklüğün bekasını kastetmediği açıktır. Açık olmayan; MHP yönetiminin bu açıklığa karşın takındığı tavrın gerçek gerekçesidir.
Cumhur ittifakının başkanı ve müstakbel cumhurbaşkanı adayı MHP’nin içinden çıkmış olsaydı bile, 15 Temmuz kalkışmasını ittifaklarının miladi kabul edenlerin, FETÖ’yü “mehdici” (kurtarıcı) bir yapı olarak nitelerken, onunla mücadele yolu olarak kurtarıcı tek adam düzenini göstermeleri yine de tutarsızlık olurdu. Hiçbir şartta, kendi egemenliğini tek adama devreden iradeye “Milli İrade” denemez!
Cumhur İttifakı’nın, bekamıza yönelik tehditleri algılama ve sunma biçimleri de sorunludur; bu tehditler sadece “dış” ile ilişkilendirilmekte ve emperyalizmle korkutulan toplum, otoriter hatta totaliter bir düzene razı edilmek istenmektedir. Bu bilindik “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğidir; sanki sadece iki seçenek varmış gibi. Bu oyunu bozmanın yolu, başka seçenekler olduğunu da gösterebilmektir. Tarih boyunca, dış saldırılar ve bunların sonuçları inkâr edilebilir türden değildir. Bununla birlikte; Türk tarihine aşina olanlar bilir ki, Türk devleti için en sarsıcı ve devletin bekasını tehdit edici olaylar iç karışıklıklar olmuştur (bu tür durumlar nedeniyle kamu düzeninin ve ona bağlı olarak da toplumsal barışın bozulması Kutadgu Bilig’de kıyamete benzetilmiştir). Bu olayların faillerinin sadece ana gövdeden farklı etnik veya dini unsurlar olmadığını anlamak için de Göktürklerden Osmanlı’ya dek Oğuz isyanlarının varlığını görmek yeterlidir. Örneğin; Selçuklu bir savaş kaybetmekle belki sadece toprak yitirmiştir ama Oğuz isyanı devleti çökertmiştir.
Türklerin ‘Devlet’ kavramını karşılamak için kullandıkları “İL” Türkçenin en eski sözcüklerindendir ve anlamlarından biri de “barış”tır. Devletin birincil görevi toplumsal barışı sağlamaktır ve bunun yolu da toplumu bir ve bütün olarak kavramaktan geçer.
MHP’nin “beka uğruna” desteklediği AKP, başta “Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi” olmak üzere, politikalarını hayata geçirebilmek için toplumu iki kampa ayırmakta beis görmemiş, bunun için elinden geleni yapmıştır. Bir milleti, yarısını “hain, terörist” diye yaftalayarak, düşman kamplara ayırmak mıdır onun bekasına hizmet etmenin yolu?
İnsanların bir kısmı “Allah, din, iman” diyerek zenginleşiyorken, bir kısmı fakirleşiyorsa; insanların bir kısmı “devlet, vatan, bayrak” diyerek fakirleşirken bir kısmı aynı sözleri söyleyerek zenginleşiyorsa; insanların bir kısmı bir kısmını, ortak değerleri kullanarak sömürüyor demektir. Ve bekaya yönelik tehdidi dışarıdan bekleyenler bilmelidir ki; bekaya yönelik en büyük tehdit, insanların bir kısmının din, siyaset ve hukuku araçlaştırarak diğer insanları sömürmesidir.
Yerlilik-Millilik adına İslamcı kapitalizm pespayeliğinin dayatılmasından rahatsızlık duymayanlar ülkücü olabilir mi? “Komünizme, kapitalizme, faşizme ve her türlü emperyalizme” karşı mücadelenin “son nefer, son nefes, son damla kana kadar süreceği yeminini edenler kimlerdi ve neredeler?
“Dış güçler”, “üst akıl”, “büyük resim” gibi kavramlarla örülü bir siyasi söylem aracılığıyla perdelemeye çalışsa da, AKP uygulamaları, Türkiye’nin beka meselesinin Türkiye’nin dışında olanlardan çok içinde olanlarla ilgili olduğunu göstermiştir. Ne var ki, insanların açlığı, yoksulluğu, işsizliği, hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi, eğitimin dinileştirilmesi ve niteliksizleştirilmesi, liyakat esasına göre yapılandırılması gereken devlet kurumlarının üçer beşer maaş alan yandaşlarla doldurulması, yöneticilerin ahlaki zaaflarının milli güvenlik sorununa dönüşmesi, hukukun siyasetin emrine verilmesi, AKP müteahhitlerinin sadece halkı değil doğayı da sömürmesi, sanatın, felsefenin, bilimin boğulmak istenmesi-belli ki- Cumhur İttifakı için ülkenin bekası ile ilgili değildir.
“Varlığım Türk varlığına armağan olsun” sözü, Türklüğün bekasını savunmanın vecizce dile getirilişidir. AKP’nin devr-i iktidarında beka söylemlerindeki samimiyetin de mihenk taşı olmuştur. Ne yazık ki, şu soruya artık MHP yöneticileri yanıt vermek durumundadır: “Türk” adından, Türklüğün ülküleştirilmesinden rahatsız olan biri nasıl Türklüğün bekasının güvencesi olabilir?!
MHP yönetiminin Tayyip Erdoğan’ı ve politikalarını koşulsuz desteklemesinin görünür gerekçesi olarak, devletin beka mücadelesi veriyor oluşu dile getirilmiş, bu gerekçenin dayanağı olarak da ‘Devlet Akli’ kavramı öne çıkartılmıştır. Peki, ‘Devlet Akli’ gerçekten de devleti beka mücadelesi verir hale getiren AKP iktidarını koşulsuz desteklemeyi bırakın açıkça buyurmayı- telkin edebilir mi?
Batı’da ‘Devlet aklı’ kavramının kökenleri Machiavelli’ye götürülür fakat Machiavelli onu adlandırmış değildir. Machiavelli’nin Batı siyaset felsefesinde yaptığı büyük dönüşüm; siyaseti dinden ayırması ve siyasetin meşruiyetinin kökenine din yerine devlet çıkarını yerleştirmesidir. *Devlet aklı’ kavramının Bati literatüründe isim babası ise Giovanni Botero’dur. İlk olarak 16. yüzyılda İtalyan dilinde adlandırılan kavram (“ragione di stato”), “Raison d’État” olarak, en bilinir olacak şekliyle Fransızcaya yerleşirken, ifade etmek istediği anlamın en görünür örneği de kardinal Richelieu’nün tutum ve tavrı olmuştur. Hem Papalığa bağlı bir kardinal hem de devlet adamı olan Richelieu, bir din adamı olmasına rağmen, Fransa’nın ulusal çıkarlarını Papalığın üzerine yerleştirmekte tereddüt etmemiştir.
*Devlet Akli’ kavramı Batı siyaset düşüncesinde oldukça işlenmiş ve sonuçta; söz konusu eylemin ona uygunluğunu gösterir belli şartları taşıması gerektiği ortaya koyulmuştur. Buna göre;
- Devlet Aklı’ adına iş gören fail (yani “Devlet Adamı”), başkaları tarafında aldatılamayacak kadar bilgili ve öngörülü; devlet çıkarının nerede olduğunu bilecek kadar devlet bilgisine hâkim, bunu tercih edecek kadar devlete aidiyet hissine sahip olmalıdır. Devlet adamı olacak kişi, kişisel zaaflar ve şaibelerle anılmıyor olmalıdır; üzerinde şüphe bulunmamalıdır.
- Devlet adamı olacak kişi, devletin tüm vatandaşlarını bir ve bütün görmeli, bunu da göstermelidir. Vatandaşlar arasında dinî, etnik, sınıfsal veya ideolojik gerekçelerle ayırım yapmamalı, vatandaşlar da bundan emin olduklarını gösterir halde bulunmalıdır.
- Devlet adamının eylemlerini gerekçelendirmede ve haklılığını kanıtlamada “Devlet’ ile *Kamu Çıkarı’ndan başka referansı olmamalıdır. Din ile devlet alanlarını netçe ayırabilmiş olmalı; devlet yönetiminde dini referanslar kullanmamalıdır. Kamunun eğitiminin bu amaca hizmet eder yönde düzenlenmesini savunmalıdır.
- Devlet adamının eylemleri nedeniyle ortaya çıkan sonuçların, eylemin gerekliliği ile haklılığını onaylaması ve gerçekten de bir tehdidi gidermiş olması gerekir.
Şimdi yapılması gereken; MHP yönetiminin “bekamıza yönelik tehdidi ortadan kaldıracak” ve “devlet aklını temsil edecek” kişi olarak görüp koşulsuz destek verdiği Tayyip Erdoğan’ın bu şartları taşıyıp taşımadığını değerlendirmektir. Tavrın sahibi MHP yönetimi şu soruları da yanıtlamanın sorumluluğunu taşımaktadır:
(Siyasî, askerî, diplomatik veya ekonomik) açık tehditleri bile gideremeyişinin sorumlusu olarak “dış güçler”i veya “üst akıl”ı gösteren, gerçekten bekamıza yönelik tehdit doğuran eylemlerinden sonra, çok kereler “aldatıldım, kandırıldım, rabbim affetsin” diyen birinin devlet çıkarını koruyacak bilgi birikimine ve ferasete sahip olduğuna şehadet eder misiniz?
Ülkenin sadece sınırlarını değil, onurunu da koruması beklenen yöneticilerin-bırakın onlardan bağımsız ortaya çıkan tehditleri gidermelerini- kişisel zaaflarının bile milli güvenlik tehdidi olarak karşımız çıktığı şu dönemde, içeride veya dışarıda devlet görevi yapan AKP kadrolarının; kendilerini sadece Türk tarihine ait hissettiklerine, tek amaçlarının Türk devletinin çıkarı olduğuna ve kendilerini sadece Türk Milleti’ne karşı sorumlu hissettiklerine ve bu hesabı vermeye de her an hazır olduklarına şehadet eder misiniz?
Yandaşların toplamından “millet” olmayacağını en iyi milliyetçilerin bilmesi gerekir. Millet’ düşüncesine yabancı, mümin-kâfir dikotomisiyle topluma yaklaşan bir zihniyetin ötekileştirmesi anlaşılır, milliyetçilerin toplumu bölmesi izah edilemez. AKP iktidarının, her firsatta ve her tür gerekçeyle, Türk vatandaşları arasında ayırım yapmadığına, toplumu bir bütün olarak kucakladıklarına şehadet eder misiniz?
AKP iktidarının, Türklüğün ve onu temsil eden Türk devletinin çıkarını her şeyin üstünde tuttuğuna; dinî veya kişisel amaçlar için siyaset yapmadıklarına, din ile siyaset alanlarını birbirinden ayırıp, siyasetlerinin hem temeline hem hedefine ulusal çıkarı yerleştirdiklerine şehadet eder misiniz?
*Devlet Aklı’nın Batı düşüncesindeki kavranışından hareketle bunları söyledik; bizi asıl bağlaması gereken Türk tarihi açısından baktığımızdaysa, anlatmaya çalıştığımızı daha büyük bir açıklıkta, daha vurgulu bir biçimde ve başlangıcından itibaren Türk tarihinin tamamına yayılmış olarak görürüz. Türkler pek çok kez din, yazı hatta medeniyet değiştirmiş bir millettir; değiştirmedikleri ve değişmesine de asla izin vermedikleri tek şey Türk Devlet Geleneği olmuştur.
MHP Genel Merkez binasının girişine replikaları dikilen Orhun Bengitaşları, Türk devlet felsefesini belirleyen en temel metni taşır. Bilge Kağan, “Türk Milleti’nin adı sanı yok olmasın diye (beka) gece uyumadan gündüz oturmadan” Türk milleti ile devletinin varlığı, birliği ve dirliği için “ölesiye” çalıştığını anlatır. Bu, Türk devlet geleneğinin Türk kağanına yüklediği sorumluluktur. Bilge Kağan, çağlar ötesinden “Türk bodun ati küsi yok bolmazun tiyin” derken biliyordu ki; adı anılmayan millet yok olur (Nitekim Tonyukuk Bengitaşında ‘milletin ölümü’nden bahsedilir). Eğer bunu kavrayıp gereğini yerine getiremezseniz, bir de bakmışsınız ki, “Türk Milleti”, “Bu Milleti” oluvermiş… Bir topluluk ancak ortak bir adı olduğunda ‘Millet’ olur. “Türk Milleti” adlandırması konusunda gerekli hassasiyeti göstermeyenlere sormalı; bir adı olmayan millet olabileceğini gerçekten düşünebiliyorlar mı yoksa dillerinin altında başka bir ad mi vardır?
‘Millet’, tarih dışında prova edilip tarih sahnesine koyulacak oyun değildir. “Millet’, ‘Tarih verisidir; Tarih’e yabancı olan, Millet’e aşina olamaz!
Kökü Meta Han’a dayanan, etnik kökeni veya dini ne olursa olsun, Türk devletine bağlı tüm boy ve fertleri Türk milletinin eşit bileşeni sayma anlayışı Bilge Kağan’dan Atatürk’e dek Türk devlet felsefesinin amir hükmü ve temel rüknü olmuştur.
Din-Siyaset ayrılığı ve birini diğerine karıştırmama özeni –Köprülü’nün ifadesiyle- Türklerin en kadim geleneğidir.
Türk devlet aklı, Orhun Bengitaşlarında görüldüğü üzere, “açı doyurmayı, çıplağı giydirmeyi, fakiri bayındır kılmayı”, devletin ve milletin bekasıyla doğrudan ilgili görmüştür. Türk devlet felsefesini yaşatan ve yansıtan temel metinlerden bir diğeri olan Dede Korkut Kitabı’nda “baş mı kestin aç mı doyurdun” diye sorulurken; milletin karnını doyurmak, savaş meydanlarında zafer kazanmaya es erdem sayılmıştır. Bir başka kılavuz metin olan Kutadgu Bilig ise, “hükümdar eğer halktan fakir adını kaldırmazsa o nasıl bey olur?” diye sormaktadır. Sizce, bu satırlarda, Türk devlet geleneğinin çizdiği devlet adamı portresi; müteahhitlerine halkın sadece rızkını değil doğasını da yağmalatan, yandaş kadrolarına üçer beşer maaş bağlatan ancak sıra millete geldi mi, “millet açmış; açları buyursun (muhalefet) doyursun” diyen birine uymakta mıdır?
Türk devlet geleneğine göre, devlet adamının en önemli sorumluluğu adil kanun yapmak ve onları bağımsız ve tarafsız yargıya uygulatmaktır. Bu, yöneticinin halka bir lütfu değil, ona karşı sorumluluğudur. Kutadgu Bilig, bu sorumluluğu yerine getirmeyen yöneticinin halka zulmettiğini ve böylelerinin de daha hayattayken ölmüş sayılacağını söyler. Bu sorumluluğu yerine getirmek; kamu ihale kanununu iki yüz bilmem kaç kez değiştirmeye veya yargıyı siyasetin oyuncağı yapmaya benzemez. Şunlar da “Devlet yönetme töresi”ni anlatan ve AKP’yi destekleyen iradenin atıf yapmaktan haz aldığı Kutadgu Bilig’den:
“Beylik çok iyi bir şeydir fakat daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır” (b. 454); “Zalim adam uzun süre beyliğe sahip olamaz; zalimin zulmüne halk uzun süre dayanamaz” (b. 2030): “Halk bozulursa, onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa, onları kim düzeltir? / Sen kendi hareketini doğrult, tavrını düzelt; halkın hareketi kendiliğinden düzene girer” (b. 5203-4).
Bir kez daha düşünün:
Tek adam yönetimine rıza göstermedim ve onu destekleme kararınıza boyun eğmedim diye beni MHP’den ihraç ettiğiniz Erdoğan; Tonyukuk gibi ‘Devlet Aklı’nın müşahhas timsali bir bilge, Bilge Kağan gibi “Türk milletinin adı yok olmasın diye” kendini Türklüğe adamış bir devlet adamı, Tuğrul Bey gibi kılıcını din alanı ile siyaset alanı arasına koymuş bir Bey midir?
Emin misiniz?
Türk tarihi ve onun tamamında açıkça izlenen Türk devlet geleneği açısından; Türk devletinin bekasını Erdoğan’ın başkanlığına bağlamak ne denli arkasında durulamaz, hesabı verilemez bir tercih ve karar ise, böyle bir yapıyı “Türk tipi başkanlık” olarak sunmaya çalışmak da Türk Tarihi’ne bühtandır.
Ağızlarından “Türk” sözü çıkmayan, milletin adını söylemekten imtina edenlerin mi “Türk tipi” başkanlık istemeleri inandırıcı olacak da Türk milliyetçileri bunun payandası olacak? Bunların neyi Türk tipidir ki, başkanlıkları da Türk tipi olacak?
Kendini Türk tarihine ait hissedenler açsın gözünü; bunların derdi hukukla, siyasetle falan değil, Tarih ile! Kendilerini Türk tarihine ait hissetmedikleri için, başta Türk Devlet Geleneği olmak üzere, Türk tarihinin sakladığı her ne var ise onları ortadan kaldırmak ve yerine yapay bir tarih ikame etmek derdindeler.
Siyasetinin temeli Türk milliyetçiliği olan ve bunu adında da gururla taşıyan bir parti; siyasi ümmetçiliğin otoriter yönetimini savunan iktidarı desteklemeyi ve buna Türk milliyetçiliğinin temel argümanlarıyla itiraz ettiğim için beni ihraç etmeyi ne tür bir milliyetçilik yorumuyla tevil etmeyi düşünebilmektedir?
Bugüne dek kullanmayı bildikleri yegâne araçla mı bunu yapmayı deneyecekler; inanacak yaştadırlar diye, gencecik çocuklara “hain” olduğumu mu söyleyecekler, söyletecekler? Makamla söyletilen veya parayla yazdırılan biri -sanki “günaydın” dermiş rahatlığında ömrünü Ülkücülüğe adamış birine “hain” derken ülkücü vicdanlar hiç mi rahatsız olmayacak? Milliyetçiliği ayaklar altına alanları koşulsuz desteklerken; ihanet içinde olanın, “Türk Milliyetçilerine, Türk milliyetçiliğinin iflah olmaz hasımlarına boyun eğmek yakışmaz!” diyenler olduğunu hangi yolla anlatacaklar? Kullandıkları aracın iki yanı da keskin bıçak olduğunu bir gün onlar da anlayacak, ne var ki, sadece parti değil, onu bağrında taşıyan millet de bedel ödemiş olacak. Partinin yarıdan fazlasını ve milletin yarısını “hain” ilan etmenin, milletin birliğini ve bütünlüğünü sağlamayı amaç edinen milliyetçilikle bağdaşabileceğini düşünen-bırakın ülkücüyü- sağduyu sahibi bir kişi olabilir mi?
Farklı siyasi/ideolojik tercihlerde bulunanları aynı “millet” kümesi içinde tutabilecek yegâne şey hukuktur. Sadece yandaşlardan bir millet yaratma projesinin aşamasıdır hukuku ortadan kaldırmak. Bunun için İslam’ı istismar edenlere bir de milliyetçiliği istismar imkânı tanımak yarınlarda hesabı verilebilir bir iş değildir.
İster antropolojik ister teolojik İnsan tanımını esas alın; sahip olabileceğiniz en değerli şeyler “Akıl ve özgür) “İrade’dir. Mensuplarından koşulsuz olarak bunları talep eden bir otorite ilişkisi meşru olamayacağı gibi, karşılığında daha değerli bir amaç sunma imkânı da yoktur. “İnsanlığın Huzuru”na giden gerçek yol da bunu idrakle açılır!
Milliyetçilik, insana has “Özgürlük’ ve ‘İrade’nin kişileştirilen topluluğa yansıtılmasıyla var olmuştur ve ancak özgür irade ve bağımsız kişilik sahipleri için bir seçenek olabilir. Özgür olmayan, bilinçli olamaz; bilinçli bir tercihte de bulunamaz. Koşulsuz itaat ile milliyetçi tavır bir arada bulunabilir türden şeyler değildir. Doktriner Türk milliyetçiliğinin kökümüz saydığımız- ilk kuşak temsilcileri de istibdada râm olmakla değil, ona karşı mücadele etmekle temayüz etmişlerdir. Milliyetçiliğin özünden kaynaklanan bu tavrı gelecek nesillere intikal ettirmek bizlerin sorumluluğundadır ve nesillerin AKP elinde aldığı şekli gördüğümüzde, bunun önemi de ortadadır. Zira doğuş ve yeniden diriliş anlarında aydınların elinde olan milliyetçilik, inkıraz anlarında lümpenlerin eline geçer ve bu durumun taşıdığı tehditler ve yol açabileceği tehlikeler de tarihen sabittir. Özgürlük-Milliyetçilik bağını kuramayan ya özgürlüğü ya milliyetçiliği kaybeder; özgürlük-kişilik bağını kuramayan için bunun önemi yoktur. Hürriyet olmazsa şahsiyet gelişemez, şahsiyet korunamazsa hürriyet de yok olur! Bunun için 9 Işık’da “hürriyetçilik” ile “şahsiyetçilik” bir arada bulunur.
Ülkücülük de-milliyetçilik gibi- bir tercihtir ve her tercih gibi akıl, vicdan ve kişilik ile yapılır; bir tercih yapmakla da bunlar vestiyere asılmaz. Aklından, vicdanından ve kişiliğinde vazgeçen zaten ülkücü olamaz.
Bu ülkede -yarım asrı aşkın zamandır – “Ülkücülük” dendiğinde, siyasi bir hareket ve onun mensuplarının tavrı anlaşılır. Bu inkârı mümkün olmayan bir olgudur ve ağır bedeller ödenerek kazanılmış bir kullanım hakkıdır. Bunun böyle olması, siyasi bir hareket açısından büyük başarıdır ve bu hak, artık devredilebilir değildir. Maamâfih, bir ülkücünün iddiasını bu kadarla sınırlı tutması onu eksik bırakacağı gibi, öncelikli ve istenilir olan da bu değildir.
“Ülkücülük’ün salt siyasal bir kimlik olarak algılanması kimilerince tercih edilir olabilir. Bunun nedenini anlamak güç değildir. Böylesi bir durumun pratik/pragmatik getirilerinin olacağı açıktır. Ne var ki, uzun vadede getireceği olumsuz sonuçlar da kaçınılmaz olacaktır: Mensuplar, siyasi bir hareketin söylem ve ritüellerinin ardında başka bir şey aramaz hâle gelecek ve onları birer araç olmaktan çıkarıp amaçlaştıracaktır. “Ülkücülük’ adına sahiplenen bizlerin, bulunulan konumla yetinmeyip ilerilere gitme iştiyâkında olmamız gerektir.
Ülkücülük, siyasi bir tavır ve ona mensubiyetin adı olmakla birlikte; ondan önce ve öncelikli olarak felsefi/ahlaki bir dünya okumasının adıdır ve bu, öncekinin varoluş zeminidir. Ülkücülük zaten siyasi tercihi ahlaki tercihten türetme tavrıdır. Siyasi tercih ile ahlaki tercihi birleştirme, örtüştürme hedefini belirleyen form olduğu kadar hedefin doğası da bunu dayatır. “Ülkücülük kavramı ise, karşılığı bulunan bütün dünya dillerinde aynı anlama gelir ve özellikle kişisel hazlar ve çıkarlar söz konusu olduğunda, sağduyunun aksine, inanılan ülkü uğruna bunlardan vazgeçebilme tavrına işaret eder. “Ülkücülük’, bu yönüyle, ahlâki bir tercih ve tavrın adıdır. İdeallerin çıkarlara feda edildiği yerde “Ülkücülük’ten söz edebilmenin imkânı yoktur!
“Ülkücülük’, bir gizem dini veya sır öğretisi değildir; kimine açık kimine kapalı batıni/sembolik dili yoktur, Hurufilik değildir; herkese açık olan çağrı herkesin anlayacağı, her sözü herkesin dinleyeceği açıklıktadır! ‘Millet egemenliği’, ‘irade hürriyeti’, ‘yurttaş hakları’, ‘şahsiyetin saygınlığı’ … gibi ilke ve değerleri açık ve objektiftir, onları olduğu gibi, onlarla çelişeni de dolaysızca kavrarız. Rektör atamaları, oda seçimleri ve benzeri durumlardaki anlaşılmaz tavrı için “lider’in bir bildiği vardır” denebilir ve keramet umulabilir belki ama egemenliğin milletten bir kişiye devri için veya kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılıp bir kişiye bağlanması için yahut hukukun siyasetin emrine koşulması için ya da laikliğin ortadan kaldırılmak istenmesi için böyle denemez.
Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin olduğu kadar idealizmin de temsilidir. Bugün hem Türk milliyetçiliği hem de idealizm tehdit altındadır. Bugünkü ülkücülük pratiği ve teşkilatları bir arada tutan yegane motivasyon -ne yazık ki- idealizmi söyleyip materyalizmi yaşamaktır. Ülkücülere düşen; hem Türk milliyetçiliğini hem de idealizmi ayaklar altından alıp başlar üzerine yükseltmek için mücadele etmek olmalıdır.
Ülkücünün görevi, birilerinin koltuğunun değil, milletin hak ve özgürlüklerinin bekçiliğini yapmaktır. Her ülkücünün üzerinde olan ve hiç kimsenin iki dudağının arasında olmayan, Ülkücülerin kaderi siyasi İslamcıların ellerine teslim edilemez. Başta teşkilatlarda görev yapanlar olmak üzere, ülkücülerin bu olanlar karşısında gösterecekleri tavır hem hareketin kaderini hem de kendi kaderlerini belirleyecektir. Hareket’teki her tür kararın temyiz mercii olan Ülkücü vicdanlara çağrım; hem ülkücülüğün hem de ülkenin kaderine sahip çıkmalarıdır.
Ülkücülük iddiasındaki her kişi, ülkücülüğün neliğini ve gereklerini kendi bilmek ve yapmak sorumluluğundadır. Kendisine “Ülkücü” diyen ve samimi olarak tarihi bir misyonu temsil ettiğine inanan biri, Türk Milleti’ne olan tarihi sorumluluğunu hiçbir şartta-her kim olursa olsun- bir başkasına ciro edemeyeceğinin de bilincinde olmalıdır. Nasıl ki, “ülkücü olma” kararını kişinin kendi yerine bir başkasının verme imkânı yoksa ülkücülüğe dair her kararı da kişi kendi iradesi, aklı ve vicdanıyla onaylamak zorundadır. Meyyitin gassala teslimiyeti türünden bir teslimiyet-ister seyh ister lider tarafından talep edilsin-aklî de ahlakî de değildir.
Bunca bedel ödemiş ve bu bedelleri neden ödemiş olduğunu bilmesi gereken bir Hareketin mensuplarının tek hak ve hakikat ölçüsünün “Lidere Sadakat” olması, Türk milliyetçiliğinin özüne de verilen mücadeleye de ödenen bedele de aykırıdır. Türk milliyetçileri, Türk milletinin kendilerine emanet ettiğini savundukları şerefi “lidere sadakat” seviyesine indirgemek hakkına sahip değillerdir. Millete karşı duyulan sorumluluktan doğan Ülkücülük bir “delikanlılık raconu” değil; her şartta, dışta emperyalizme karşı bağımsızlığı, içte, tek adam sultasına karşı millet egemenliğini ve din-siyaset ayrılığına dayanan bir toplumsal düzenini savunmaktır.
Koşulsuz sadakati “Töre’ye sarıp ambalajlayarak sunmaya çalışmak, sadece Türk tarihine haksızlık ve hadsizlik değil, onu ören kavramları bilmezliktir de. ‘Tarih’i ‘Menkıbe’den, *Töre’yi ‘Racon’dan ayırt edebilenler, Budizm’i devlet dini olarak kabul etmek isteyen Bilge Kağan’ın mı yoksa kağanına itiraz ederek, onun yanlış bir tercihte bulunmasını engelleyen Tonyukuk’un mu töreye uygun hareket ettiğini iyi bilir. “Töre’ gibi bir kurum özü anlaşılmak yerine- sözüm ona adı yüceltilmekle kültleştirilmektedir. Bir yandan “Töre” adı yüceltilirken Öte yandan onun özüne aykırı tavırlar geliştirmek patolojik bir durumdur.
Tasarrufta bulunan kişi, ülkücülerin aklına mı, vicdanına mı, kişiliklerine mi güvenmemektedir ki, onlara açıklamada bulunma ve onların onayını alma gereği duymamaktadır? Ülkücülere biçilen rol; “liderin bir bildiği vardır” sınırlarında koşulsuz itaat mıdır? İtaate koşulanların da “ben bilmem lider bilir” demeleri, davayı bilmediklerinin ikrarıdır. Bir insan ne olduğunu bilmediği bir şeye inanıyor da değildir; sadece ona bağlı ortak bir maddi yaşam sürdürüyordur. “Ben ne istersem o olur” veya “liderin bir bildiği vardır” anlayışıyla parti yönetilmez, başka tip örgütler yönetilir, partiler, yetkili organları eliyle alınan ortak kararlarla yönetilir.
Hareket, emir-komutayla hayatları düzenlenmek, sosyal medya hesapları kontrol edilmek istenen ve buna da rıza gösteren insanlarla dolmuştur. Kendi hayatları ve sosyal ilişkileri hakkında kendileri karar veremeyen insanlar, sorsanız; ülkeye düzen, âleme nizam vereceklerdir. Böylelerinin yönetim kademelerini işgal etmeleriyle; onlar açısından kişilik sorunu olan bu durum, kurumları açısından güvenlik sorununa dönüşmektedir.
Başbuğumuzla birlikte siyaset sahnesine çıktığı andan itibaren “kadro hareketi” olma iddiasındaki hareketi bugün temsil edenlerin “kadro’dan” anladığı sorgusuz itaat eden kurşun askerler midir? Yoksa “kadro” sadece dar oligarşik yapıdaki yarın hayali kuranlar mıdır? Kitle yarın da onların kurşun askeri olmaya mı hazırlanmaktadır?
Kişilere bağlı bir yapı (ister ağabey ister reis isterse de genel başkan olsun) kişisel hırs ve zaaflara da bağlı demektir. Bundan kurtulmanın yolu; kişilerin ve onlara bağlı denetlenemeyen irrasyonalitenin yerine rasyonel ölçütle denetlenebilen fikri yapıyı koymak ve temsil makamlarına da buna uygun kişileri yine rasyonel görevlendirme, yükseltme ve görevden el çektirme ölçütlerine göre işbaşına getirmektir. Denetleme, itiraz etme hakkını da barındırır. Yönetimi eleştirmek için sahip olmamız gereken şey cesaret değil akıl ve vicdandır.
Liderin her şey olduğunu düşünenler yalnızca her şeyi lidere bağlı olanlardır. Ülkücü Hareket’in varlığını liderin varlığına indirgemek isteyenler, kendi varlıklarını ona borçlu olanlardır. Liderlik, ideolojik bir şart değil, sosyolojik bir durumdur. Ebu Hanife “Halifeler Kureyş’tendir” sözünü akaid ile değil, sosyoloji ile açıklamıştır. Ona göre, halifelerin Kureyş’ten olması inancın gereği değildir; Araplar arasında etkinliği kabul edilmiş bir kabileye mensubiyetleri, Arap asabiyesinin toplumsal belirleyiciliği dikkate alındığında, yönetimin istikrarına katkı sağlayacaktır. Herhangi bir örgütlenmede bir liderin de bulunması; inanç kaideleriyle değil, sosyolojik gerekliliklerle ilgilidir.
Belli değerleri hayata geçirmek için oluşturulan teşkilat, o değerleri savunanları ezen ve o değerleri ortadan kaldırmayı varlığını devam ettirmenin gereği gören bir güce dönüştürülmüştür. Bu, lidere sadakat anlayışının, “doktrine ters düşse bile” yorumuyla benimsenmesinin/benimsetilmesinin sonucudur. Bu türden bir yorum, önce içeriğe kayıtsızlığı, hemen ardından da içeriğe yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Teşkilat kademelerini işgal edenlerin içeriğe yabancılaşmasıyla ve siyasi hareketin neredeyse bir kült yapı halini almasıyla birlikte adeta bir mantraya dönüştürülen “lider-teşkilat-doktrin” mottosu, bu haliyle, Türk milliyetçiliği fikir sisteminin hayata geçirilmesinin aracı olmaktan çıkartılmıştır. Tarihte pek çok örneği görüldüğü gibi; bir ideali hayata geçirmek için kurulan teşkilat o idealin yerini almıştır; araç amaçlaştırılmış ve amaç da araca indirgenmiştir. Bu durumu niteleyen terim *yozlaşma’dır.
“Lider-Teşkilat-Doktrin” üzerine söz söylemek gerektiğinde, dile yerleşmiş sıralamayı değil, mantıksal öncelik sıralamasını esas almak gerekir. Lider ve teşkilat, bir doktrini hayata geçirmek için var olmuştur. Lider de teşkilat da doktrinin varlık nedeni değildir, liderin de teşkilatın da varlık nedeni doktrindir; doktrin yoksa diğerleri de yoktur. Birlikte var olduklarında da bir bütün olarak anlamlıdırlar: Lider-Teşkilat-Doktrin, “Lider-TeşkilatDoktrin” demektir, sadece “Lider” demek değildir. Yoksa; teşkilatını “hain” diyerek dağıtmış, doktrini iki dudağının arasından çıkacak sözlere indirgemiş kişiye itaatin bu mottoyla ilgisi yoktur. Kişi doktrini savunmaya liderlik ettiği sürece, teşkilatın da lideri olur. Bu sözlere katılmayan; sadece lidere itaatle kendini ülkücü harekete bağlayan ve sadece kendi gibi davrananların teşkilatı oluşturduğunu düşünen biri, tek ölçütü “lider-teşkilat-doktrin” ise, doktrinin kendine ne tür bir sorumluluk yüklediğini de ortaya koymalıdır.
Kendi içinde tutarsız bir dava olabilir mi? Bir önermenin doğruluğunu bir anda anlayamayız belki ama bir arada bulunan iki önermenin çelişikliğini bir anda ve dolaysızca kavrarız. Yeter ki; sorgulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer olmadığı bilincinde olalım. Birbiriyle çelişkili söz ve kararlara koşulsuz uymak, ‘sadakat’ kavramı üzerinden, ülkücülüğün gereği olarak sunulmaktadır. Peki, birbiriyle çelişkili söz ve kararlara koşulsuz uymayı, otoriteye tabi ülkücünün sadakatinin gereği varsayalım; o çelişkili söz ve kararların sahibi olan otoritenin sadakatinin bunların hangisine olduğuna nasıl karar vereceğiz? ‘Sadakat’ başlı başına bir erdem değildir, kendinde değeri yoktur; iyi insanları doğru ilkelere bağladığında “iyi”, kişisel çıkarların aracı kılındığında “kötü”dür!
“Lider-Teşkilat-Doktrin’e dair ari-duru bir kavrayışa sahip olmak isteniyorsa, en doğru yol gösterici, Ülkücü Hareket’in kurucu lideri ve istikametinin belirleyicisi olan merhum başbuğumuzun -hedefe varma iradesinin retorik ifadesi olan- sözleri olsa gerek: “Bu mücadelede herhangi bir sebeple ben düşersem bayrağı kapın, daha ileriye gidin; dönersem vurun!”. Görüldüğü gibi; koşulsuz sadakati temellendirmeye alet edilmek istenen Başbuğ
Türkeş, “ben davamdan dönersem, siz de benimle birlikte dönün” dememiştir.
Türk tarihinde, liderlik söz konusu olduğunda değil parti başkanlarının-anlı şanlı kağanların, kuta sahip olmanın gereğini yerine getiremedikleri için, meşruiyetlerini kaybettiklerinin örnekleri çoktur. Görmek isteyen Orkun Bengitaşlarında İnel Kağan’ın anlatıldığı bölümlere bir baksın!
9 Işıkla aydınlanamayanların bir ampulün ışığından aydınlık ummaları ne hazindir.
“Bozkurtların Ölümü”, Atsız’ın ölümsüz eserinin ilk cildiydi; neyse ki, okuru teskin için cildin sonuna not düşülmüştü: “okuyucular üzülmesin çünkü Bozkurtlar dirilecektir!” diye…
ATİLA KAYA
Türk Milliyetçisi, Daima…