Hassas akciğerlere sahip oldum ömrümce. Bu yüzden olacak bir hayli anı biriktirdiler kendilerince. Ankara’nın soğuğu, Trakya’nın kokusu, İzmir’in körfezi derken şimdi İstanbul’da salgın günlerinde ev hapsindeyiz. Hoş ben çocuklarım doğdu doğalı, yedi yıldır biraz gönüllü biraz zorunlu ev hapsindeyim. Bütün bu akciğer kayıtlarıma tarihsel sıra ile bakalım;
Ankara’nın soğuğunu bilen bilir. Okula makosen ayakkabı giyen yeni ergenlerdik. Sıhhıye’den Kızılay’a, Kızılay’dan Tunalı’ya, Tunalı’dan Gaziosmanpaşa’ya yürür, odadan da otobüse biner eve dönerdik. Okul başında alınan o makosen ayakkabılar kış geldiğinde epey aşınmış olurdu. Ankara’nın karını suyunu da emdi mi otobüs beklerken demir gibi soğuk ayak tabanlarımızı uyuşturur, dayanması güç bir sancı verirdi. Eve dönüş yolunda otobüslerin oturma yerinin altından Allah ne verdiyse üfleyen sıcak hava ile ayaklarımızı ısıtmaya çalışırken soğuktan aşırı sıcak havaya geçince nefesim kesilirdi. Eskişehir yolu 17. km siteleri Ankara’nın yeni yerleşim yeriydi o yıllar. Otobüs Eskişehir yolu üzerinde bırakıverirdi. Karların içinden yeni ısınmış ayaklarımızla tekrar evin yolunu tutardık. Belki yarım belki bir kilometre. Eve girince kalorifere yapışırdı ayaklar. Demir döküm kaloriferler yerini sac plakalara bırakmıştı yeni sitelerde. Kömür yakan Ankara yeni sitelerde mazotla ısınmaya başlamıştı başlamasına ama Ankara’nın her yerinden havadaki kömür kokusu alınırdı.
Tatillerde Trakya’da olurdum. Kışsa eğer yanan odun başka kokardı yazsa başka. Yaz olunca odun anca çamaşır günlerinde bahçede kazanı ısıtmak için yanardı. O da öbek öbek kokar, yaz havasına karışırdı. Kışsa odun, evin içinde sobada yanardı. Evin altındaki odunluktan başlardı daha kokusu. Geniz yakan kokusu evlerin içini, sokakları sarardı. Soluduğumuz yakıcı odun kokusu sanki en çok da Trakya’dan İzmir’e tatile gittiğimiz günün sabahında hissettirirdi kendini. Arabaya binerdik, kapıları kapatırdık, üstümüze sinmiş odun kokusu da bizimle bir süre yolculuk ederdi. Biz çocuklar arka koltukta uyurken o yarı yolda müsade isteyip inerdi.
İzmir’e girince bizi körfez kokusu karşılardı. Ama ne karşılamak. Genzimizi ciğerimizi yakardı resmen. İzmirliller odun, kömür yakmazdı bildiğim. Gaz sobaları vardı hatıramdaki evlerde. Gaz, sobanın bidonuna doldurulur, sobanın arka yerine ters çevrilirdi. Lık lık lık diye ses çıkararak dolardı, bir kibritle kolayca yanardı. Hafif de kokusu gelirdi ilk yanışta. Yere dökmediysen, eline de bulaşmadıysa pek kokmazdı gaz yağı.
Şimdi İstanbul’un ev hapsinde bu kokuların hiçbiri yok. Sokakları değil evleri kokluyoruz artık. Doğalgaz yanarken kokmuyor ama evde pişen yemek ve yaşam tarzı evlere kendine has bir koku bırakıyor, akciğerlerde bu kokuyla arkadaş oluyor, birbirlerini yadırgamaz hale geliyorlar. Günde bir kez havalanan evlerin havası özellikle gece olup da el ayak çekilince, ev ahalisi derin uykuya dalınca boğucu olmaya başlıyor. O panik atak saatlerinde akla binbir kötü anılar ve ihtimaller geliyor. Burun ve akciğerler kırküç yılın ağır yükünü taşır gibi düşük kapasiteyle çalışıyor ve bu da duyduğum sıkıntıyı arttırıyor.
En az seksen yıl kaliteli bir hayat yaşayacaksak yarıyı üç adım geçtim. Solunum yollarımın bu kadar erken biz pes ediyoruz demesi yakışık almıyor bence. 1992’de yakıp 2014’te söndürdüğüm sigarayı saymazsak benim hata payım yok denecek kadar az.
Bölgeler, şehirler, iklime ve gelir seviyesine göre başka başka yakıt yakar, kendince dertli insanlar sigara yakar… Akciğerler, burun ve ağız bir ömrün hafızasını zehir gibi taşır ve bu hafıza bazı geceler insanın beynini yakar.