100 yıl önce bu ülkelerin aydınları, günümüzdeki haleflerinden farklı olarak, söz konusu Müslüman-Türk coğrafyasının kaderini bir bütün olarak kavramış, faaliyetlerini hiçbir ayrım gözetmeden bir ülkeden diğerine aktararak sürdürmüşlerdir. Bu yüzden Yusuf Akçura’yı, Ali Bey Hüseyinzade’yi, Ahmet Ağaoğlu’nu, Mehmet Emin Resulzade’yi, Ahmet Zeki Velidi Togan’ı, Nuri Paşa’yı ve nicesini söz konusu coğrafyanın çeşitli bölgelerinde devamlı faaliyet içinde ve olayların merkezinde bulabiliyoruz.
Söz konusu bölgeler Bolşevik Rusya’ya kaptırıldıkça bu aydınlar Anadolu’ya sığınmış ve bu defa çalışmalarını Türkiye Cumhuriyeti’ne sarf etmişlerdir. Daha XIX. yüzyılın ortalarında Mirza Feth-Ali Ahundzade alfabe reformu yapmak için Osmanlı’nın kapısını çaldığı, İsmail Bey Gaspıralı Tercüman ile İstanbul’dan Kaşgar’a kadar tüm Türk aydınlarına seslendiği, Namık Kemal’ın vatan söylemeleri ve İttihad-ı İslam anlayışının Kaçar İranı’nda Cemaleddin Afgani tarafından düstur yapılıp tüm bölgeye yayıldığı XIX. yüzyılda; kültürel, sosyal, siyasal problemlerini aynı değerler içinde çözmeye çalışan bir Türk Dünyası söz konusudur.
Bu dünyanın coğrafi ve siyasi sınırları çeşitli güçler tarafından kesilse de toplum ve aydın arasındaki iletişim hiç bir zaman kesilmemiştir. Aksine, bulundukları ülkelerde egemen siyasi rejimlerin baskısına maruz kaldıkları zaman çalışmalarını diğer bir Türk yurduna taşıyarak orada devam etmiş, defalarca yer değiştirerek bu faaliyetlerini aksatmadan sürdürmüşlerdir.
XIX. yüzyılın başında bölgeyi ele geçiren Rus ve İngiliz baskısına rağmen, Müslüman toplumları arasında iletişim araçları güçlüydü. Hac ziyareti için her sene Türkistan’dan gelen yüzlerle zevvar -ki önemli bir kısmı varlıklı kimselerdi– İstanbul dergahlarını ve hangâhlarını dolduruyor, onları takip eden dervişlerin karının İstanbul ev hanımları doyuruyorlardı. İstanbul`da açılan kız rüştiyesinin etkisi, birkaç yıl sonra İran ve Azerbaycan aydınlarının bu yönde adım atmasının önünü açtı. Balkan Savaşlarında, Çanakkale’de Osmanlı tebaası olmayan yüzlerce Müslüman-Türk gönüllü yaşamını feda ettiği gibi, birkaç sene sonra Anadolu’dan yüzlerce Mehmetçik Bakü için şehit düşüyordu. Tıpkı Türkiye’de milli-mücadelenin başarısı için Türkistan’da yardım toplayarak Anadolu’ya göndermeyi kutsal sorumluluk addettikleri gibi. Özetle, XIX ve XX. yüzyılın Müslüman-Türk coğrafyası parçalanmış ve çeşitli güçlerce yutulmuş olsa dahi; dinsel, kültürel, insani ilişkileri çok güçlü ve etkileşim halindeydiler. Daha da önemlisi bu dönemin insanları bölgesel, dar ulusal kimlikler gözüyle bakmıyor, daha geniş sınırlar içinde ve şaşılacak kadar parlak inanç değerleriyle yaşıyorlardı. Peki XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüz yılın ilk çeyreğini kapsayan süreçte beliren “Aydın Müslüman” kimliğinin temel ve birleştirici özellikleri neydi?
İşgal Sendromu ve Kültürel Ezilmişlik
XIX. yüzyıl Müslüman toplumları açısından İslam tarihinde ilk defa yaşanan bir süreç başladı. Müslümanlar “kafirler” karşısında siyasi ve askeri yenilgiyle beraber büyük bir kültürel hezimet yaşadılar. Denilebilir ki, İslam coğrafyası Haçlılar ve Moğollar tarafından da daha önce de belirli oranda “kafir güçler”in istilasına maruz kalmışlardı; ama ne Haçlılar, ne de Moğollar siyasi ve askeri tehdit dışında İslam Dünyası’nın kültürel yapısına dokunamamış, aksine askeri başarılarına rağmen işgal ettikleri coğrafyanın medeniyeti karşısında yenilmişlerdi. Hıristiyan Batı, Haçlı seferleri sonucunda Müslüman Doğu karşısında kültürel anlamda ne denli zayıf olduğunu kavramış ve bu medeni ezilmişlikten kurtulmanın yollarını aramaya başlarken, Moğol ve onlarla birlikte hareket eden Müslüman olmayan Türkler, tüm Doğu İslam coğrafyasını ele geçirdikleri halde bir yüzyıl sonrasında kendileri Müslüman olmuşlardır.
Oysa XIX. yüzyılda İslam Dünyası’nı parça parça ele geçiren saldırı, Müslümanlara tarihlerinde ilk kültürel yenilgi yaşattı. İslam Dünyası Avrupa baskısına en geç uğramış coğrafya idi. Batı; Amerika, Afrika ve Uzak Doğu’yu ele geçirdikten sonra İslam Dünyası’na aktif müdahale etmeğe başladı. Bunun sonucunda Müslüman-Türk coğrafyası Rusya’nın denetimine geçerken, Horasan’a kadar Güney Asya İngilizlerin, Müslüman Afrika İngiliz ve Fransızların etkisi altına girdi. Ayakta kalan Kaçar İranı ile Osmanlı İmparatorluğu da dolaylı olarak Batı güdümüne girdi. Bu işgal ve yarı işgal halinin ortaya çıkardığı ezilmişliğe karşı ilk toplumsal tepki “aydınlar” kesiminden geldi.
XIX. yüzyılda oluşmaya başlayan “Müslüman Aydın Bürokrat” imajının içini dolduranlar büyük oranda varlıklı ve bürokratik ailelerin çocukları idi. İşgal altındaki Müslüman topraklarında bu aydınlar ya Batı ve Rus okullarında eğitim almış, ya da aynı eğitim sistemini taklit etmek zorunda kalan yerel Rus-Tatar mekteplerden çıkmışlardı. Rusya’dakilerin büyük bir kısmı, birkaç kuşak boyunca bürokraside çalışmış, kafirlerle Müslümanlar arasında idari bağlantılar oluşturan “mirzalar” sınıfını oluşturmuşlardı. Osmanlı ve Kaçar İranı’ndakilar ise “tanzimantçı” bir kimliğe sahiplerdi. Ama bu “Müslüman Aydın Bürokrat’lar olayları derinlemesine sorgulayamıyorlardı. Buna rağmen kendilerinden sonra ortaya çıkacak “Aydın Müslüman” kimlik için sahneyi hazırladılar. Bu sahne Usulü Cedit okulları oldu. “Aydın Müslüman” kimliği büyük oranda işte bu okullardan çıkacaklardı.
Dolayısıyla, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Müslüman-Türk aydının birincil birleştirici özelliği ortak imajı taşımasıydı.
Türkistan’da İslam Şuuru
Batı müdahalesi, geniş İslam coğrafyasında kavmiyetçi unsurları ve kimlikleri unutturarak, İslam tarihinde hiç olmadığı kadar samimi bir Müslüman kimliğini oluşturdu. Karşı tarafı Hristiyan, toplum bazında ise “kafir” olarak tanımlayan bu kitle, işgalci güce karşı doğal bir kimlik refleksi göstererek Müslümanlığını ön plana çıkarmaya başladı.
Artık XVIII-XIX. yüzyılın Doğu toplumları için “Müslümanlık” milli kimlik haline gelmişti. XIX. yüzyılda bir Avrupalının Kafkas Türkü’ne milliyetini sorduğunda “Müslüman” yanıtını vermesinin nedeni, işte bu süreçti. Bu cemaat bilinci XX. yüzyılın ilk on yılına kadar aydınlar düzeyinde, XX. yüzyılın ortalarına kadar ise toplum düzeyinde etkisini hiç kaybetmedi. Türkler arasında cumhuriyet anlayışı, işte bu cemaat kimliği üzerine inşa olunacaktı.
Eğitimin Yeni Formülü: Usulü Cedit
XIX. yüzyılın ilk yarısında gerek Kaçar Veliahtı Abbas Mirza tarafından Avrupa’ya eğitim için gönderilen, gerekse Osmanlı’da olduğu gibi belli Batı tarzı eğitim sistemine sahip devlet okullarından mezun olan, gerekse işgalcilerin ele geçirdikleri bölgelerde karşılaştıkları sıkıntıları çözmek ve yerel toplumlarla diyaloğu kurması açısından Rus-Tatar okullarında eğitilen “Müslüman Aydın Bürokrat”lar Avrupa’nın üstünlüğünü kavramaya çalıştılar. Bu kavrama çabası sonucunda Müslümanların geri kalmasının başlıca nedeninin eğitim olduğu sonucuna varıldı. Avrupa’nın güdümüne giren bir dünyada yaşamak, Amerika ve Afrika toplumlarının kaderini paylaşmamak adına Müslümanların çıkış yolu “muasır Avrupa eğitimi’ne sahip olmaktı.
Usulü Cedid bu yönde atılmış bir girişimdi. Daha rahat yönetebileceklerini düşündükleri için işgalciler, Müslümanların bu yeni eğitim anlayışına pek engel olmadılar.
Aksine böyle bir eğitim anlayışına karşı en güçlü tepki Müslümanların kendisinden geldi. Bu tepkinin nedeni psikolojikti. Zira, Müslümanlar kendi çocuklarının fakirleşmesinden korkuyorlardı. Ama geleneksel eğitim sisteminin iflası onların direncini düşürdü ve amaçsız bir direnişe dönüşmesine neden oldu. XIX. Yüzyılın ikinci yarısında açılmağa başlayan Usulü Cedid okulları kısa sürede çığ gibi büyüdü. Özellikle “Müslüman Aydın Bürokrat’lar kendi çocuklarını bu okullara göndermeğe başlayınca, siyasi imtiyazlarını ve miraslarını korumak için beyler ve hanlar da aynı yolu çektiler.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman-Türk aydınlarının önemli bir kısmı bu okullardan çıkmıştır. Doğrudan Avrupa ve Rusya okullarında eğitim alanlar da söz konusu bu okullardaki rejim karşıtı düşüncelerin baskın olmasından dolayı kendi soydaşlarıyla aynı düşünce yapısına sahiplerdi.
Denilebilir ki Müslüman-Türk aydınlarının birleştirici üçüncü özelliği, ortak eğitim sisteminin ürettiği mantığa ve bakışa sahip olmalarıydı.
Cedidçiler ve Devrimci Ruh
Gerek Usulü Cedid okullarından, gerekse de hürriyetçi fikirlerin baskın olduğu Avrupa ve Rusya okullarından mezun olan bu yeni kuşak selefleri “Müslüman Aydın Bürokrat’lardan farklı olarak daha cesur, savaşçı ve istekliydiler. Devlet sistemini tanıdıkları için öncelikle monarşinin oluşturduğu engelleri hukuki yollardan aşmağı denediler. Gazete, dergi, kitap yayıncılığı ile düşüncelerini İstanbul ve Kahire’den Kaşgar’a kadar yayacak bir iletişim şebekesi oluşturdular. Hızı günümüzdekinden çok zayıf olmasına rağmen bu şebeke Müslümanlar arasında tarihte ilk defa kurulmuş bir tür “sosyokültüel medya ağı” idi. Şöyle ki, Kazanlı Cedidçi Yusuf Akçura, Kafkasyalı diğer bir Cedidçi Ali Bey Hüseyinzade Kahire’de yayınladıkları “Üç Tarzı Siyaset” ile ilk defa Türklerin millî kimliğini tasnif eden “Türkler kimdir ve kimlerden ibarettir?” yazılarını kolaylıkla Bakü’de, İstanbul’da, Kazan ve Kırım’da aynı sıkıntıları paylaşan soydaşlarına okutabiliyorlardı.
Bu kuşağın artık kendi kavramları bulunuyordu. Onlar Osmanlı Tercüman odasının ürettiği Batı terminolojisinin tercümelerine karşılık içeriği Doğu’la özdeşleşen kavramlar geliştirmeğe çalıştılar. Namık Kemal, Ziya Paşa ve diğerlerinin yazılarında gözükmeğe başlayan “vatan”, “ittihad”, “cumhuriyet”, “ictimaiyat” (toplum), “amiyyun” (demokrasi) gibi kavramlar bir anda Bakü, Tiflis, Kazan, Tebriz, Bahçesaray’da eğitim alan öğrencilerin dilinin ezberi haline geldi. Bu yeni kuşak, selefleri “Müslüman Aydın Bürokratlardan farklı olarak artık olayları sorguluyor, çözüm yolları arıyor ve en önemlisi ortak bir dil-kayram üreterek geleceğin hayalini kurabiliyorlardı. İşte bu “Aydın Müslüman” kimliği devrimci bir kişilik ortaya çıkarmıştı ki dördüncü birleştirici özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Müslüman Doğu Cumhuriyetle Tanışıyor
“Müslüman Aydın Bürokrat” kuşağın toplum olarak kendini bir biçimde yok olmaktan koruyarak yaşatmak felsefesine karşılık, “Aydın Müslüman” kimlik “kendini yeniden yaratmak” yolunu seçmişti. Seçtikleri bu yolun bedelini de çok ağır ödediler. Bir kısmı sürgüne maruz kaldı, bir kısmı maddi sıkıntılardan ve hastalıklardan yaşamını kaybetti, bir kısmı muhacir yaşamı sürdürdü ama hiçbiri yılmadı. İçerde ve dışarda her alanda eşine ender rastlanılacak bir mücadele verdiler. Doğru veya yanlış, belki de savundukları anlayışların geniş boyutlarda epistemolojik ve kültürel açıklamasını yapmasalar dahi “Aydın Müsülmanlar” dava adamı idiler.
Onların hayalini kurdukları ve ilk fırsatta oluşturdukları ideal toplum yapısı cumhuriyet idi. Onlar için cumhuriyet, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın geliştirdiği ve yapay dahi olsa hukuki olarak “Asr-ı Saadet “in modern bir sunumuydu. Onlar cemaat anlayışını cumhuriyetle taçlandırmayı deneyecek kadar ütopik bir cesaret göstermiş ve bunu ilk defa Müslüman Doğu’da 28 Mayıs 1918 yılında Azerbaycan’da hayata geçirmişlerdi.
Böylece, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde “Aydın Müslümanlar”ın birleştirici bir ideal uğrunda çalıştıklarını söyleyebiliriz. Hiç değilse onlar 1876 yılında Osmanlı’da “anayasal bir düzen” talep etmekle toplumun kaderine tercüman olduklarını kanıtlamışlardır.
Liberalleşen İslam Dünyası
Bu bütünleştirici hususlar, ilginç bir biçimde köklerini liberalizmden alan söylemlerin, şu veya bu biçimde Doğu düşünce yapısına ve sosyal yaşamına yansımasıyla gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman hayalini kurdukları ve bir ölçüde başardıkları cumhuriyetçi yaşamın varlığını koruması ve sürdürmesi için ekonomik programları olmadı. Genelde kapitalist-liberal iktisadi modelleri devşirerek veya onların bir parçası olarak yaşama yolunu seçtiler. Aynı zamanda ciddi bir hukuk modelleri de bulunmuyordu. Genelde 1789 Fransız Devrimi’nden beri gelişen anayasal dili ve yönetim tarzını kendi toplumlarına İslami örneklerle aktarmak gereği duydular. Tıpkı “respublica” anlayışını “cumhuriyet’e dönüştürüp, buna “Asr-ı Saadet” dönemini örnek diye sunmaları gibi.
Bu bakımdan Osmanlı’da Tanzimatçılar, Kaçarlarda Ağasıhanlar, Rusya’da ise Abbaskulu Ağa Bakühan gibi “Müslüman Aydın Bürokrat”lar kendi toplumlarına dilsel, anlamsal ve zihinsel açıdan daha yakınken, “Aydın Müslümanlar” daha liberal bir dile ve zihne sahiplerdi. Onlar farkında olmadan İslam’ın liberal bir modelini ortaya çıkarmış, hatta savundukları “İttihad-i İslam” anlayışını bu liberal dilin kalıpları içine mahkum etmişlerdi.
Batı’nın sömürgeci düşüncesine karşı bu denli savaş verip liberal dili konuşarak Batı’ya bu denli yaklaşmalarına karşın “Aydın Müsülmanlar” Batı tarafından dışlandılar. Zira Batı, Avrupa dışında ve Avrupa’nın öncülük etmediği ikinci bir liberal dünya istemiyordu. Çünkü, bunu kendisi için daha büyük bir tehdit olarak algılıyor du. İşte, Birinci Dünya savaşı büyük ölçüde “liberalleşen İslam Dünyası” anlayışını hedef aldı. Bu durumda liberalizm, beklenmedik şekilde birleştirici bir model olarak “Müslüman Aydınlar”ın önüne çıkmıştı.
Milliyetçilik Ve Sosyalizm Kıskacın Türkistan
Çok kısa bir sürede Osmanlı’nın boşalttığı Azerbaycan, Kuzey İran, Irak ve Arap topraklarını işgal eden İngilizler; ortak amaç ve hedefte birleşmiş, Çarlık Rusya’nın yıkılışıyla gerçeklik kazanmış Türk Dünyası’nın sınırları içinde XIX. yüzyılın ortalarından itibaren oluşturmak istedikleri yapay milli kimliklerle doldurdular.
Aynı şekilde, Rusya’da Bolşevik oluşumunda başından itibaren istekli gözükerek¹, Müslüman-Türk Dünyası’nın diğer kısımlarında da sosyalist-milli kimliklerin şekillenmesine ses çıkartmadı. Bunun sonucunda XX. yüzyılın başlarında bir “birlik” yolunda ve yeni hedeflerle, en önemlisi bir “aydınlanmacı” kimliğin önderliğinde ilerleme gösterdiği sırada İslam Dünyası Arap, Fars, Ermeni, hatta bazı bölgelerde coğrafi-milli kimliklere parçalandı. 1920’li yıllarda bu kimlikler birer devlet kimliği kazandılar.
Aynı süreç Sovyetlerin eliyle Rusya sınırları içinde Türklere karşı yürütüldü. Daha XX. yüzyılın başlarında “Müslüman-Türk” kimliğini yaşayan toplum 1930’lu yılların sonunda 30’dan fazla coğrafi-milli parçaya parçalandı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türk Dünyası’nda içinde başlayan aydınlanma süreci Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın saf dışı bırakılmasıyla felaketle sonuçlandı. Bu sonuç Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sadece iki sene yaşaması neden oldu. Türklerin Orta Asya’da verilen çetin savaş ise başarısızlığa mahkum edildi. Bu felaketi bir nebze yumuşatansa Anadolu’daki milli mücadele sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasıydı.
Malesef, Sovyetler ve onların oluşturduğu anlayışlarla Sovyet sonrası Türk toplulukları bu bütünsel coğrafi bakışı ve bütüncül değerleri kaybettiler. Artık günümüzde, 28 Mayıs 1918 yılında Azerbaycan’da Doğu’nun ilk cumhuriyetinin ilan edilmesi, bölgesel değerler içine hapsedilmiş tarihi bir olgu olarak değerlendiriliyor. Hakeza Orta Asya’daki dini-milli ayaklanmalar ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin oluşumu da benzer bakış açısı ile yorumlanmaktadır. Oysa bu, Sovyet ve Sovyet sonrası bakışın bir yüzyıl öncesine dayatılmasından öte bir anlam taşımamaktadır. Tabii, çağdaş siyasal-kültürel kimlikler yüz yıl önceki yapıyı anlamak zahmetine katlanmadıkları gibi, bu oluşumlarla da siyasal bir bağa sahip değillerdir. Böyle olduğu halde, günümüzde de, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yirmi yılını kapsayan aydınlanmacı kültür parçalanmış ve belirli coğrafyalara göre dondurulmuş bir yapı arz etmeye devam ediyor.
Kaynak: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Tarih-Kültür dergisi