Bir gün telefonum çaldı. Murat. ‘’Haydi istediğin oldu, Paris’e gidiyoruz orada yaşayacağız’’.
Herhalde benim gibi aidiyeti sıfır bir kadın için kurulabilecek en güzel cümlelerden biri bu olmalıydı hayatta.
Sonrasında üç yılı aşkın süre deneyimlenmiş bir yurtdışı serüveni.
Ve bu deneyimden sonra kazanılmış tecrübeler ve Paris’te bir Türk olarak yaptığım gözlemler.
Aslında sığmaz tek bir yazıya, ama başlangıcı olsun.
Oğlumu ne zaman Paris’teki okuluna götürsem; ki öyle bir okul ki ‘’Sarkozy’nin çocukları okumuş bir de bizim velet’’ tadında havalar atsam da eşe dosta, oğlum okul kapısından girerken, öyle ya da böyle Ortadoğu’nun ucundan bucağından parçası olmanın, hayata nasıl 1-0 yenik başlattığını düşünüp dururdum.
Üstüne tuz biber ekti, oğlumun Fransız sevgilisinin annesi tarafından, sırf Türk olduğum için facebookta arkadaşlıktan çıkarılmış olmak.
O zamanlar gurbet ellerde; bir Paris’te Ezine peyniri olmadığına dertlenirdim, bir de buna.
Hırs yaptım kadınla yine arkadaş oldum, kabul etti sağolsun ama yine şutladı beni listesinden.
Neymiş, kovulduğun kapıya dönmeyecekmişsin, döndüm heyhat…
Geçmiş zaman, karalar bağlardım kadının beni facebooktan çıkartmasına. Üzerine; asla inemeyeceğim; insem de, bağlasalar duramayacağım kilodaki o naif Fransız kadınına, bir Osmanlı tokatını tattırma isteğim de cabası.
Sonuç: bizimkiler ayrıldı.
Ama Türk’üm ben, ‘’zaten istesen de almazdım kızını’’ deyip, çıkarttım bu hezimeti hayatımdan.
Evet ben Paris’te yaşayan bir Türk’tüm.
Eyfel Kulesi’nin yakınındaki evimde, eşimin işyerinin sağladığı imkanlarla en iyi şartlarda yaşadım.
Belki evine ziyarete gittiğim Ürdün Başkonsolosu’nun eşinin, başımı döndüren hizmetçilerine sahip olamadım ama benim de vardı bir Moldovyalı yardımcım…
4 saatine elli Euro verip, üzerine kadına Türk usulü yemekler hazırlayınca ‘’aman aç dönmesin eve’’ diye, kadının gözleri faltaşı gibi açılırdı her seferinde…
Benim de Viyana kapılarına dayanmış bir ecdadın soyu olarak, diyesim gelirdi uzata uzata: ‘’Kızıııımmmm TÜRKÜZ BİZ TÜRK’’.
O naif Fransız kadın anlamadı beni ama o anladı Türk’ün misafirperverliğini. Ama ne zamanki yerleri sildiği bezle camlarımı silmeye kalktı, o zaman devreye girdi benim Türk aklı.
Fransız kadından yediğim şutun aynısını ben ona attım önce, sonra astımım var bahanesiyle hayatında temizlik yapmamış ben, bir güzel evi temizleyip her seferinde bankaya gidip eşimin hesabından temizlikçiye vereceğimiz parayı çekip, cebe attım.
Bir Türk kadınının eşini kullanması için gerekli tüm bilgiler zaten dna yapımda mevcuttu, ben de onları kullandım.
Gelmişim Paris’e daha yeni.
Daha Parisyenliğime başlayamadan, dalmışım hayat gailesine.
Salçamı getirmişim canım memleketimden, Paris’tesin yesene kızım Fransız yemeklerinden, yoookkk her seferinde torba torba yufka getiriyorum ülkemden…
Bir de yufkaları saran teyzelere breef veriyorum, ‘’aralarına naylon koyun, yapışıyor, yırtılıyor, gözleme yapamıyorum’’.
Teoride anlattıklarımı anlamayana da uygulamada gösteriyorum nasıl yapılacağını.
Çengelköy’deki yufkacı bıkmış benden.
Ama ben gelmişim Paris’ten, Fransız kadından yediğim şutu yermiyim
‘’saracan o yufkaları benim istediğim gibi’’
Türkiye’de Paris’li havası atıyorum ama Paris’e dönünce bir iki deneme, kanaat notu vermiyorlar ki yükseleyim, üçe çıkamıyorum.
Ama olacağım Parizyen dirayet desibelim yükselen ivmeyle hep devam ediyor.
Takıyorum şapkamı, kolumda Louis Vuitton marka çantam, Paris’te pazardayım.
Gözünü sevdiğimin Türkiye’sinde ‘’ikizlere takke’’ tadında pazarlara alışkın bünyem, sanki bir resital havasında geçen ve epi topu üç saatte toplanan pazarlarda, her seferinde Türk usulü coşmaya hazır, ama hep bir mani.
Fransız pazarcıya diyorum ‘’mösyö 2 kilo domates’’, adam hayatında 2 kilo domates alan Fransız görmemiş, diyor ‘’2 tane mi domates’’.
Oradan bağlayıp Türk kadını moduna yine bağırasım geliyor ‘’ne iki tanesi TÜRKÜZ biz oğlum TÜRKKKKKKKKKK’’.
Bizimle birlikte olanlar Allianze Française’de dil eğitimi alıyor.
Ben Paris’e geldiği zamanları akraba günlerine denk getiren bir ailenin evladı olduğum için bende çıta yüksek, illa Sorbonne Üniversitesinde alacağım o eğitimi.
Bendeki ‘’Türk’üm ben şanım yürüsün’’ mantığı.
Giderken Fransızca sıfır, yanlışlıkla sokuyorlar mı beni master yapacak gençlerin Fransızca seviye tespit sınavına.
Ama olayı hemen kavrıyorum, ben o amfide olmamalıyım.
Çıkmam lazım o amfiden. Ama nasıl yapmalıyım.
Bir iki deneme, dinlemiyorlar.
‘’Yasahhh kardeşim’’e alışmışız Türkiye’de , adamlar seni tabir-i caizse hiç sallamıyorlar.
Ama çılgın Türkler’i hiç tanımamışlar.
Kocaman amfide ayağa kalkmış bağırıyorum, Fransızca olsa neler söyleyeceğim ama yapamıyorum.
‘’I don’t speakkkkkkkkkkkk English, I don’t speak French zeroooooooo zerooo’’
Demem o ki bağırırken, ‘’ben İngilizce konuşamıyorum, ben Fransızca konuşamıyorum, sıfııııırrr sıfııııııııııııııııır’’.
Ama içim diyor ki ‘’yok mu bir Allahın kulu çıkarın beniiii buradan’’
Profesör yandan bakıyor bana, kağıtları dağıtmaya devam ediyor.
Vazgeçer miyim.
Atlıyorum sandalyelerin arasından, ortalık küçük çaplı karışıyor.
Tamam diyorum çıkarım ben buradan.
Çıkmak beri dursun, bir de deli gömleği giydirmeleri eksik kalıyor, başıma dikiyorlar bir zenci görevli.
O bana bakıyor ben ona.
‘’Abi gözünü çevir Allahını seversen şuradan kaçayım’’ modunda ben, adamın haşmetiyle köşeye sinip ancak 45 dakika sonra adeta Bastille Hapishanesi’nden salınmış gibi kavuşuyorum özgürlüğüme.
Amfiyi çınlatan Türk’ün sesi, o dakikadan sonra imkan olsa ‘’sağol abi, Allah razı olsun’’ diyecek, çantasını kıstırıp koltuğunun altına başı öne eğik atlayıp dönüyor bisikletiyle yuvasına.
Hani bizde yuvayı dişi kuş yapar derler ya.
Evin eşyalarını alırken alıyoruz bir banyo dolabı.
Kutudan dolap tahtaları çıkıyor, kurmak için gerekli vidalar çıkmıyor.
Türk’üm kardeşim ben, döner isterim vidaları, vermezlerse biraz kavga çıkartırım yenisini verirler, olmadı ortalığı ayağa kaldırırım bir de üzerine özür dilerler.
Benim Allah Allah nidalarıyla mağazaya dönüşüm, Fransız eğitimi almış, Fransız kültürüyle büyümüş eşimin konuyu anlattığında aldığı ‘’no’’ yanıtına hiç ısrar etmemesi karşılığında, onu boşama isteğine dönüşüveriyor.
Adam ‘Eren Fransa’da böyledir, no dediler mi biter’’ diyor.
Ben ‘’Türküm la ben, nasıl adamsın, az kavga çıkartsan alırdık bu maçı’’ mantığıyla bizim kayıp vida olayını, bizim evliliğin vidalarını sökme durumuna bağlayıp adamdan soğumaya başlıyorum.
Tam bir ay o dolap bizim evin girişinde duruyor ve geldiğinde sarılıp öpeceğim o vidalar, bir ay sonra ancak kargoyla bize ulaşıyor.
Zamanla ben de alışıyorum, ben de Fransızlar’a ısrar etmemeyi öğreniyorum.
Fakat bir türlü alışamıyor Türk kafası Avrupalıya.
Biz ne zaman otursak bir masaya, sohbetin sonu gelip dayanıyor ‘’Ne olacak bu ülkenin durumu’’ moduna.
Adamlar tablolardan, sanattan konuşuyor.
Biz deniyoruz sonuç hiç değişmiyor, olmuyor.
Türkiye’de yolda yürürken ‘’teyze naber’’ diye laf atıp sohbetin pimini çeken ben, orada kendi iç dünyasında ‘’sarma mı sarsam, mantı nasıl yapılırdı ya, dur bir su böreği açıvereyim ben’’ duygularıyla başbaşa kalıyor.
Bazı anlar geliyor Türk’üm ben Türk diye bağırmak istiyorsun deli gibi, biri Portekizli sanıyor, biri ‘’Türk’sün ama neden kapalı değilsin’’ diyor.
Bonjour yani merhaba demeden metro bileti mi alacaksın, unuttun mu bonjour demeyi yandın.
Ya da Türküm ben ya; belediye otobüsünün kapısı açıldığında, inenleri beklemeden binen bir milletin çocuğuyum, hadi yap aynısını orada.
O otobüsün kapısı açıldı mı bir kere ortalık Dandanakan savaş alanına dönecek, bir kılıç kalkan ekibi tadında karışıklık olacak ki, otobüsün koltuğunda da yer buldun mu oturduğunda rahat nefes alasın.
Bunların hiç biri olmuyor.
Aslında olması gerekiyor mu? Tabii ki hayır.
Ama ne kadar bilinçli yapmasan da illa baştan zorluyorsun.
Bir Türk kudretiyle ‘’deniyorsun’’…
Nerede yaşarsan yaşa, önce o ülkeyi kendi ülkene benzetmeye çalışıyorsun.
Benzetemeyince de bazıları gibi nefret eder hale geliyorsun, ya da bırakıp mücadeleyi , tadını çıkartmaya başlıyorsun.
Ben tadını çıkartanlardandım.
Ve unutamadığım tatlar alanlardan.
Paris, nefes alabildiğim tek şehir.
Ne zaman uçaktan inip pasaport kuyruğuna geçmek için o uzunnnn yürüyen merdivenlere adımımı atsam; bitişe kadar o klasik müziği dinlerken, aynı sözü kendime tekrarlayıp, derin bir nefes alıyorum.
Paris’te, Londra’da, Berlin’de, NewYork’ta, Doha’da ya da Tokyo’da ; nerede yaşarsan yaşa kalbin Türkiye’de, aklın hep ailen ve dostlarında kalıyor. Biliyorum.
Hep o ülkede, o şehirde yaşamak ama vatanında ölmek istiyor bir tarafın. Biliyorum.
Ama orada ayrı kavruluyor hep bir yanın, dönüşünde ayrı.
Aslında bir taraftan öyle alışıyorsun ki oralara, Türkiye’ye dönünce ne ‘’buralı’’, ne oraya dönünce de aslında gerçekten ‘’oralı’’olabiliyorsun.
Yani kıssadan hisse yine ‘’araf’’ ruhunu esir alıyor.
Ben araftayım.
Yıllardır…
Her yağmurda, Paris’in yağmurlarını özlüyorum.
Paris’in sokaklarını, bir kadeh şarap içerken Saint Michelle’de kendimle baş başa kalmayı, kendimi daha iyi tanıdığım o yılları.
Çoğu insan korkar yalnızlıktan, kendisiyle karşılaşmaktan.
Özlüyorum tüm sesleri susturup, yalnızlığımı tecrübe ettiğim o yılları.
Benim de duamdır, pandemi günlerinin bitmesi.
Ruhuma ayna olan şehre dönmek, kısa bir tatil molası bile olsa.
Yol’a düştüysen ‘’talep’’ ile başlar adımların.
Talip olup, seslenmek lazım kalbin ile. Sesleniyorum:
Dönelim artık eski günlere…