Devrimci Yol (DEV-YOL) sempatizanı babanın, IŞİD’e katılan oğlunun hikayesini Prof Dr. Necmi Erdoğan yazdı: “Kısaca solun olmayışının hikayesi”
Prof. Dr. Necmi Erdoğan, Birgün Gazetesi’nde yayınlanan “Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar” yazı dizisine devam etti:
DEVRİMCİ YOL’DAN IŞİD’E, LÜMPEN PROLETER PROFİLLER: ALTINDAĞLI KAMİL
Altındağ’ın uyuşturucu satıcısı ve kullanıcılarının, seks işçilerinin, yersiz yurtsuzlarının, yani lümpen proletaryanın yatağı olan bir mahallesindeyiz. (Kimi bilgileri özellikle vermiyorum veya değiştiriyorum). Mahallede araştırmaya girişmeden önce izlediğim bir internet videosunda, mahallenin geçirdiği kentsel dönüşüm hakkında öfkeyle konuşan, satır arasında “siyasi” olduğunu da söyleyen birinin konuşmasını dinliyorum. Mahallede bağlantı kurduğum insanlar aracılığıyla kendisine telefonla ulaşıyorum. Referansım sağlam olmasına rağmen, beni epeyce sorguluyor; sonunda o anda uzak bir semtte iş yaptığı için akşam görüşmek üzere anlaşıyoruz. Ancak aradan yarım saat geçmeden yanımda bitiveriyor. Belli ki, benim görüşmek istemem onda merak ve dahi endişe uyandırmış. Kamil, 39 yaşında. İlkokul mezunu. Doğma büyüme mahalleli. Aile kökenini o da, akrabaları da pek bilmiyor; aşağıda çizeceğim tablo açısından vurgulayayım ki, Alevi kökenli olduklarını, eskiden konuştukları dilin Ermeniceden geldiğinin “söylendiğini” belirtiyorlar. Evlenip ayrılmış; birkaç çocuğu var. Şu anda yalnız ve kiralık bir evde yaşıyor. Yıllarca seyyar satıcılık türü işler yapmış; şimdi ise başkasının yanında gündelik bir iş yapıyor ve günde 100-150 lira kazanıyor.
DEVRİMCİ YOL SEMPATİZANI BABA
Kamil ile görüşmeden önce, onu yakından tanıyan kaynağımdan babasının 12 Eylül’de cezaevine girip çıktığını öğrenmiştim. “Eski DEV-SOL’culardanmış babam” diyor. “Buralarda o zamanlar DEV-SOL pek yoktu, Devrimci Yol vardı. DEV-SOL’cu mu, DEV-YOL’cu mu?” diye soruyorum. “DEV-YOL” diye düzeltiyor. 12 Eylül’den sonra babasından iki ay haber alınamamış; dedesi üzüntüden kanser olmuş. Babası, o doğmadan önce olduğu için tam bilemese de, uzun süre cezaevinde yatmış. Daha sonra da, işçi olarak çalıştığı fabrikada sendikalaşma faaliyeti nedeniyle işten atılmış; ardından da bir sendikada çalışmaya başlayıp oradan emekli olmuş. Hâlâ da geçinemediği için başka bir işte çalışıyormuş. Babasının Devrimci Yol’u nasıl anlattığını soruyorum: “Biz camideki hocadan öndeydik, halk adına para topluyoduk, üç kuruşunu bile hile yapmadan teslim ediyoduk diyodu.” (Sonradan mahalledeki kaynağımdan Kamil’in erkek kardeşinin adının bir devrimcinin adı olduğunu öğreniyorum.) Bu noktada Kamil’in babasıyla da görüşmek aklımdan geçiyor ama mülakatın devamında öğrendiklerim onu daha fazla tedirgin etmemem gerektiğini düşündürdüğü için vazgeçiyorum.
Aşağıda görüleceği üzere Kamil’in kendi hikâyesinde devrimcilere yer yoksa da, mahallenin onun da akrabası olan başka sakinleri arasında tek tük de olsa kendini ‘devrimci’ olarak niteleyen insanlar var. Nitekim birkaç ay önce bir gece, sarhoş sarhoş, yüksek bir yere duvar yazısı yazmışlar: “Devrimci Yol, CHP”! “Devrimci Yol’u anladım da, CHP neyin nesi?” diye soruyorum. “Hocam, sıkıntı çıkmasın diye öyle yazdık” diye cevap veriyorlar. Belli ki, “Devrimci Yol”u slogan, “CHP”yi imza gibi göstermişler kasten. Hakeza yakındaki bir başka mahallede atık işiyle uğraşanlarla mülakat yaparken grubun yaşlı “amcasının” sözlerindeki siyasal vurguyu kurcalayınca, onun da bir zamanlar Devrimci Yol sempatizanı olduğunu öğreniyorum. (“(Sol örgütler içinde) ben bi tek Devrimci Yol’u seviyom… İyiydiler, ben onların içinde yaşadım” diyor.) Ama bütün bu örnekler, hala silinmemiş izler olarak istisnai tabii ki.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Kamil, doğup büyüdüğü toprakların geçirdiği kentsel dönüşüm konusunda çok öfkeli. “Melih Gökçek, ucuz ucuz aldı milletin evini… Her tarafı aldı, kendi eline geçirdi. Ondan sonra oranın halkı aşağı (mahalleye) indi… Oraları yetmezmiş gibi aşağı mahalleye de indiler… Orayı da zorlan, istimlaklan aldılar. Bu sefer bi aşağı kaydık… Zorlan aldılar bizim evlerimizi. Yani şimdi oraya gitsek güç mü yeter?” Kamil’in hayalleriyle ilgili soruma verdiği cevapta da toprağa veya mahalleye bağlılık kendini gösteriyor ve öfkesi zaman zaman içerlemeye kayıyor: “Ben 40 senedir bu mahalledeyim, burda büyüdüm ben. Beni en güzel yerlere götürsen yapamıyom ben. Hatta ve hatta Ankara dışına gurbete dahi çıkamıyom açıkçası. Yani bizim ellerimizden alacaklarına buralara binalar yapsalar, evler yapsalar, kendi mahallemizde kalsak. Anılarımız var bizim burda, çocukluk yıllarımız geçmiş bizim burda. Niye elimizden alıyonuz ki bizim buraları? Biz size n’aptık?.. Yıkmasınlar bizi. Tamam, eskimiş diyelim, yerine yeni yerler yapın, verin… Biz diyar diyar gezen bi insan değiliz ki.”
Mahalledeki insan ilişkilerinin değişip değişmediğini, yardımlaşma olup olmadığını soruyorum. “Yok ya, açlıktan kimse kimseyi düşünmüyo… Benim kendi eşim dostum hariç burda ne insanlık, ne dostluk, ne saygı, ne sevgi, ne komşuluk, ne arkadaşlık… Yani herkes kendi menfaatine düşmüş… (Eskiden) yandaki komşuya gidecek diye ızgara yapardık. Oraya da göndermek zorunda kalırdık, ona göre alırdık. Şimdi kimse kimsenin… Yani bu daire olayı çıktıktan sonra dostluk arkadaşlık hele hele bizim mahallemizde tamamen bitti. Eskiden çok büyük bi yardımlaşma, dayanışma vardı yani.” Dolayısıyla Kamil, evlerin de ötesinde “geleneğin yıkımının” yaşandığının ve kendi tepkisinin “kaybolup gidenin ardından ağıt yakma” olduğunun da farkında.
SINIF KİNİ VE ‘ÖMER ÖFKESİ’
Kamil, alan araştırmasında nadiren karşılaştığım bir “sınıf kiniyle” konuşuyor. “Memleketin zenginlerine ne diyon?” diye soruyorum. “Onlara ne diyim. Allah’ından bulsunlar hepsi. Hep kendimiz mi kazanalım, hep kendimiz mi yiyelim yani? Hep ezilen halk mı olsun, ezilen hep yoksul kesim mi olsun? Ya dünya geniş, hepimiz paylaşalım, hepimiz yaşayalım, hepimiz yiyelim içelim, hepimiz birbirimize paylaşımcı olalım. Birbirimizi gözetelim, kollayalım, haklarımızı koruyalım. Hani Kemal Sunal’ın hesabı var ya, bi filmde diyo ya, babam günlük 30 litre süt sağıyo, 60 litre oluyo diyo. Bunlarınki o hesap. Hep üç kağıtçılıklan, beş kağıtçılıklan halkı sömürüyolar, halkı dolandırıyolar.” Kıvılcımlı, Türkiye halkının “şu dünyada bulamadığı ‘mahşer’ devrimini ve ‘mizan’ sosyal adaletini başka dünyada aramak zorunda kaldığını” söylemişti. Kamil’in kini de derhal böyle bir mahşeri düzleme-eşitlenme tahayyülüne bağlanıyor: “Yarın bigün bi de bu toprağın altı var. Babası Ezrail olsa daha kaç sene yaşayacak?” “Orda mı görecekler diyon?” diye soruyorum. “Orda görecekler tabi. Bu dünyada alamadığımız haklarımızı öbür dünyada alacaz… Bunların yaptığı işlere benim aklım ermiyo ama bazen düşünüyorum da acımasız insanlar bu zengin kesim. Yani insanoğlu gerçekten gözü doymaz. Doymak bilmeyen bi toplumuz.”
“Fakir fukaraya nasıl bakıyolar sence?” sorusuna ise, daha önce de sıklıkla karşılaştığımız atasözü atfıyla, “Ya şimdi iyisi var, beş parmağın beşi bir değil” cevabını veriyor. Ancak hemen ardından, iyilik yapanlar için “Yaptıklarından dolayı günah mı çıkarıyolar, onu da bilemiyom” diye gülerek ekliyor. Telefonla konuştuğumuzda AKP ve İslami burjuvazinin Ankara’daki yuvası sayılan Çukurambar’da dolaştığını söylediği için, özellikle ona atıfta bulunarak, “Allah, kitap, din diyerek palazlanan zenginleri” soruyorum. “Dini, imanı kullanıp… Ya Allah zaten söylüyo, malının diyo 40’da birini vereceksin diyo. Bunu sana emrediyo, ben sana verdiysem sen de bunu fakire vereceksin. 40 tane altının var, yoksulu gözeteceksin, bunu vermeye mecbursun diyo. Bunlar yok! Daha da gelsin, nasıl gelirse gelsin!”
Vaktiyle Gramsci, her dinin gerçekte birbirinden ayrı ve çoğu zaman çelişkili dinlerden oluşan bir çoğulluk sergilediğini; köylülerin, küçük burjuvazinin, işçilerin, kadınların vs. Katoliklikleri olduğunu, “halkın dininin” Kilise’nin ve (dinsel) aydınların dininden farklılaştığını belirtmişti. Kamil’in İslam’ı ile İslamcı burjuvazinin ve muktedirlerin İslam’ı arasında da aşikâr bir açı farkı var görünüyor. Bu konuyu işleyen -bilebildiğim kadarıyla- tek ve önemli çalışmanın sahibi Yasin Durak’ın Konya’daki işçiler ile patronlarının “dini dünya tasavvurlarında” belirginleştiğini söylediği fark Kamil’in dilinde de kendini gösteriyor. Ancak o, İslam’ı, Durak’ın görüştüğü işçiler gibi eşitsizliği ve ağır çalışma koşullarını meşrulaştırmadan çok, eşitsizliğe itiraz eksenine yerleştiriyor. Durak’ın kastettiği gibisinden değilse de, onun deyişiyle “başka türden bir peri tozunun tesirine kapılmış” olarak, “Eyüp sabrından” çok “Ömer öfkesi” ile konuşuyor. Bu nokta, popüler bilincin veya ortak duyunun çok katmanlı, bölük pörçük ve çelişkili karakterinde işlenmeyi bekleyen eşitlikçi bir damarın dini bir haleyle çevrili de olsa hala gömülü olması açısından vurgulanmaya değer.
SİYASET, IŞİD VE ‘ALLAH’IN ATLARI’
Kamil’e videoda “siyasi” olduğunu söylediğini hatırlatıyorum. Cevap vermiyor. Sonra da “Ya siyasi dediğimiz, siyasi konuşma yapmak istiyom ben… Ondan ibaret. Siyasilikle benim ne işim olur?” diyor. Desteklediği parti olup olmadığını sorunca da, “Yok, hiçbi partiyi tutmuyom… Eskiden CHP’liydim. Şimdi bakıyom, hiç kayıran eden yok, hiçbirini de desteklemiyom… Yardım eden yok, yeni bi düzen yok.” “Şimdiki halinden memnun değilsin heralde memleketin?” diye soruyorum. “Yok. Yemin ediyom sen ne kadar kızıyosan Tayyip’e falan, ben de o kadar… Ne yapmaya çalışıyo bu… Gidişat iyice kötüye gidiyo… Bunların gitmesi lazım esas… Ha ben şurda yaşasam belki 20 sene… Benim korkacağım da bi şey yok.“ Oy kullanmaya niyetli olmadığına göre, nasıl gideceklerini düşündüğünü soruyorum. “Valla bilmiyom abi. Allah hakkımızda hayırlısını versin” diyerek, korku konusuna dönüyor: “Şu an bile, açıkça konuşayım, korkarak konuşuyom. Yani tutukluyolar, cezaevine atıyolar. Zulmediyolar…” “Ne olacak böyle peki memleket?” sorusuna ise, “Lozan Anlaşması sona eriyo ya… Tabii ki Türkiye topraklarında hak talep edecek.” Devamında benden NATO üyeliğinin ve Lozan’ın süresi, Orta Doğu’daki “Osmanlı döneminden kalma toprakların 1923’te geri verilmesi” vs. hakkında bilgi almaya çalışıyor!
Konuşurken yanımıza gelen bir arkadaşını “sosyal demokrat” olarak tanıtıyor. Arkadaşı hemen muhalifliğini ortaya koyuyor: “Memleketi sattılar abi, daha ne şey yapıyon? Parsel parsel sattılar. Kendi adamları Bülent Arınç söyledi.” Kamil, arkadaşıyla öğle namazını eda etmeyi konuşuyor. Bu vesileyle dindarlık konusunu açıyorum. “Elhamdülillah, öyleyim” diye cevap veriyor. Yıllar önce IŞİD’in mahallesinden insan devşirdiğinin yazılıp çizildiğini söylüyorum. “Sansasyon yapıyolar. Yok öyle bişi” diye cevap veriyor. Mahalleden Suriye’ye epey giden olduğunun söylendiğini belirterek üsteliyorum. “Benim bi bilgim yok” diyor. Ama bu arada “Ebu… olsun, Ebu… olsun örgütle bağı olduğunu reddediyorlar” diyerek konuya gayet vakıf olduğunu gösteriyor. En sonunda da, ses kaydını bitirmemi istiyor ve yarım ağız kendisinin de Suriye’ye gidip geldiğini, şeriatı savunduğunu söylüyor. Ben bunları konuşmak isteyince de, kesinkes reddediyor. Mülakatımız da böylece sona eriyor.
Onunla görüşmemizden sonra, onu tanıyan birinden, yalnızca Kamil’in değil, bir devrimcinin adını taşıyan kardeşinin de Suriye’ye gidip geldiğini öğreniyorum. Kaynağım, örgütün verdiği paranın cazibesinin yanında, uyuşturucudan kurtulma kaygısının da rol oynadığı kanısında. (Kamil’in “Ankara dışına gurbete dahi çıkamıyom” sözü de, kendisinin alkol, kardeşinin ise uyuşturucu sorunu olduğunu söylemesi de böylece başka anlamlar kazanıyor.) Yine ona göre, gittikleri yerde de dayanamayıp uyuşturucuya ulaşmışlar ve bu durum örgüt tarafından fark edilince de, örgütten kaçıp geri dönmüşler! Nitekim bu mahallelerdeki IŞİD etkisine ilişkin birçok haber yapmış olan gazeteci Hale Gönültaş da, kaynaklarının “özellikle Alevi gençlere ‘Siz Müslüman değilsiniz’, ‘Allah için savaşın ve cenneti görün’ diyerek ‘beyinlerinin yıkandığını’” söylediklerini, “daha önce içki içmekte bir beis görmeyen” ve “din konusunda radikal hiçbir görüşleri olmayan” bu gençlerin bazılarının “uyuşturucu bulundurma ve satma”, “gasp, hırsızlık ve silahla yaralama” suçlardan dolayı hapis cezalarından kaçmak, bazılarının ise IŞİD’in vaat ettiği maddi rahatlığa ulaşmak için örgüte katıldıkları bilgisini verdiklerini yazıyor.
Kamil konuşmayı reddettiği için, ne düşünerek ve ne hissederek örgüte katıldığını soramıyorum. (Hale Gönültaş da güvenlik gerekçesiyle konuşmaktan kaçtıklarını belirtiyor.) Ama aklıma Faslı yönetmen N. Ayouch’un 2003’te yaşanmış bir olaydan yola çıkan “Allah’ın Atları” (2012) filmi geliyor. Kamil’in mahallesinin Casablanka’daki ikizi olan -yoksulluk, uyuşturucu, “gayrimeşru işler” ve şiddet dolu- bir gecekondu mahallesinin çocuğu olarak uyuşturucu satıcılığı yaparken cezaevine giren ve orada İslamcı gruplarla tanışarak onlardan etkilenen genç Hamid, cezaevinden çıktıktan sonra, yine Kamil gibi seyyar satıcılıkla uğraşan kardeşi Yasin ve diğer birkaç arkadaşı ile birlikte Ebu Zübeyir tarafından örgütleniyor. Sonunda da, “İslam’ın evlatları, sizler bu dünyadaki hayata sıkı sıkı sarılıp, şehit olmaktan korkanlar gibi olmayın. Kanatlanın Allah’ın atları, cennetin kapısı size açılacak” diyen emirin seçtiği dört kişi, sevgili de dahil yeryüzünde sahip olamadıkları bir hayata, cennette erişebilmek için intihar bombacısı olarak -şehrin önceden hiç bilmedikleri zengin bölgesindeki- bir eğlence mekanında kendilerini patlatıyorlar. Yani Kamil de, Hamid de, yoksulluğa, ezilmişliğe, horlanmışlığa “radikal İslam”da cevap buluyorlar.
DEVRİMCİLİĞİN OLAMAYIŞI
Devrimci bir babanın -bir devrimcinin adını taşıyabilen- çocuklarının bu yönelimi, devrimci bir hareketin o mahallelerde kendisini var edememesiyle doğrudan ilgili elbette. Bu koşullarda, çelişkiler içinde kıvranan lümpen proletaryanın “daha iyi bir yaşam düşü” (Bloch) arayışının izlediği siyasal güzergahın Selefi örgütlere açılabilmiş olması şaşırtıcı değil. (Lümpen proletaryanın siyasal olarak “tehlikeli,” “güvenilmez,” “gerici manipülasyonlara açık,” “örgütlenemez” vb. olduğu sıkça belirtilmiştir. Bu konuya, genel olarak alt sınıflardaki lümpenleşme eğilimiyle ilişkisi bağlamında daha sonra gireceğim. Ancak sözünü ettiğimiz devrimci hareketin pavyon fedailerini bile örgütleyebildiğini, Bentderesi genelevinde çalışan kadınların 12 Eylül koşullarında bir kadın devrimciyi aylarca saklayabildiğini not olarak düşeyim.) Kısacası Kamil’in hikâyesi, aynı zamanda solun olamayışının hikâyesi.
Kaynak: Odatv.com