Karar Gazetesi yazarlarından İbrahim Kiras, bugünkü yazısında Milliyetçiliğin kısa bir analizini yaptı. Kiras, köşe yazısında entellektüel bakış açısıyla milliyetçiliği ele alırken, Türkiye’deki hükümetin konuya bakış açısını değerlendirdi.
Bugün iktidar mevkiindeki kişilerin ve grupların tutumları veya davranışları yüzünden genç neslin dinden soğuduğu söyleniyor. Aynı durum milliyetçilik için de geçerli değil mi?
Siyasi çıkarlara alet edilen ortak değerler ulviyetini –ve bu arada toplumdaki birleştirici rolünü– kaybediyor. Özellikle gençlerin gözünde ezan, bayrak gibi kavramlar değersizleşiyor. Samuel Johnson’ın “alçakların son sığınağı” dediği vatanseverlik kavramı da bu itibarsızlaşmadan nasibini alıyor. Bugün gençlerin çoğunun gözünde milliyetçilik modern çağın hastalığı olan popülizmle, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığıyla eşdeğer bir yol. Sokak kabadayılığının etiketi, lümpenliğin öbür adı…
Erdoğan vaktiyle “her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına aldığını” söylemişti. Çok tartışılan o sözün kastı ne olursa olsun, gelinen noktada milliyetçiliğin yeri bugünkü nesillerin başlarının üstünde görünmüyor.
Peki, bir fikir nasıl ayaklar altına alınır? Hamasete indirgenerek… Cehalete ve lümpenliğe siper yapılarak… Parti fanatizmine alet edilerek… Kabadayılıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere örtü haline getirilerek… Milleti “Biz ve onlar” diye bölme ve kutuplaştırma politikasının vasıtasına dönüştürülerek… Siyasi çıkarlar için istismar edilerek… Ticari çıkarlar için istismar edilerek… Şahsi çıkarlar için istismar edilerek…
Bunun için de ikide bir “Bayrağımızı indiremeyeceksiniz, ezanlarımızı susturamayacaksınız” diye boş naralar atarak… Bayrağımız inmesin diye bağıralım ki bayrağımızın itibarını yerlere indiren yanlışlarımız sorgulanamasın!
Hem zaten bayrağımızı indirmek, ezanımızı susturmak, milletimize diz çöktürmek isteyen birileri olmalı ki destekçilerimiz bunlara karşı mücadele etmek için yanımızda dursunlar veya yanımızdan ayrılmasınlar. Necip Fazıl’ın “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” mısralarında dile getirilen hakikat…
Orwell’in 1984’ünde hiç bitirilmeyen savaşın gerekçelerinden biri içerideki muhaliflerin meşruiyetini ve itibarını ortadan kaldırmak için bunların dış güçlerin müttefiki oldukları suçlamasını yapma ihtiyacıydı. Her fırsatta “meçhul düşman” anıtına birkaç el ateş edilmesi bundan.
***
Elbette her ülke gibi Türkiye’nin de milli çıkarlarının çakışıp çatışmasına bağlı olarak bölgesinde birtakım rakipleri var, hasımları var. Milliyetçilik elbette gerektiğinde bunlara karşı kendi ülkenizin haklarını korumak için mücadele etmeyi de gerektirir. Ama milleti adı sanı belirsiz hayalî bir düşmana karşı savaşıldığına inandırmak, siyasi rakipleri bu hayalî düşmanın içerideki müttefiki gibi göstermek ve toplum kesimlerini birbirine düşürüp düşman etmek için bu kurgusal anlatıyı kullanmak milliyetçilik olmasa gerek.
Şövalyeliğe özenip kendi zihninde yarattığı hayalî düşmanlarla savaşan Don Kişot sevimli bir karakter ama kendi siyasi menfaatleriniz gereği yel değirmenleriyle savaşıyor gibi yapmanız herhalde milliyetçilik değil.
Türkiye’deki durumdan bağımsız olarak dünyada vatanseverlik ve milliyetçilik kavramlarının standart bir tarifine dair uzlaşmanın olmayışı da sorunun bir diğer boyutu. Bu da aslında özleri itibarıyla birbirinden çok farklı tutum ve davranışların aynı isimle adlandırılmasının yol açtığı kafa karışıklığının ve anlaşmazlıkların sonucu.
Faşist yönetimlerin, totaliter rejimlerin, popülist iktidarların milliyetçi olma iddiaları bir yana, bu kavramı tarihî kökeni ve hemen her ülkedeki ortak sosyopolitik işlevi çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu işlevin tespitinde ise kriter olarak toplum yaşayışında düzen, barış, güven, dayanışma ve hukuka bağlılık gibi olumlu sonuçlar doğurup doğurmadığına bakılmalı.
İnsan doğasında yer alan bir özellik olarak milliyetçilik kişinin mensup olduğu topluma karşı hissettiği aidiyet -ve sorumluluk- duygusudur. (Bu doğal duygu toplumda birleştirici işlev de görebiliyor, ayırıcı da olabiliyor. Sosyolojik anlamda millet bilincine erişenleri birleştiriyor, bu aşamaya ulaşamayanları etnikçilik, kabilecilik, cemaatçilik, hemşehricilik gibi dar grup aidiyetleriyle sınırlandırıyor ve modern toplum hayatında problemlere yol açıyor.)
Bir siyasi ideoloji olarak ise milliyetçilik bu doğal duygunun birleştirici, kaynaştırıcı ve harekete geçirici gücünü modern “ulus devlet” binasının temeli ve harcı yapma fikridir. Önce Avrupa’da feodal düzenin egemenliğini yıkarak “halk egemenliği” adı altında yeni bir siyasi model (parlamenter demokrasi) tesis eden, bilahare zaman içinde dünyanın geri kalanında modernitenin ilerleyişiyle birlikte yayılıp başat hale gelen yeni bir dünya görüşünün eseridir modern anlamdaki millet ve milliyetçilik kavramları.
Modern “ulus devlet” modeliyle birlikte ete kemiğe bürünen bu yönelimin sosyopolitik işlevi bir ülkenin halkını (veya halklarını) ortak değerler etrafında ve bir siyasi kimlik altında birleştirmektir. Böylece her bir vatandaşın kendisini ülkenin sahibi –ve aynı zamanda ait olduğu topluma karşı sorumlu– olarak görmesini sağlamaktır.
Türkiye’de de önce meşrutiyet sonra cumhuriyet rejimlerini tesis eden asker-bürokrat-aydın kadroların temel amaçları ve bu arada milliyetçilikten beklentileri buydu. Fransız devriminin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı bu modern millet anlayışının ifadesi olarak benimsenmişti. İnsan topluluklarını aşiretler, kabileler, cemaatler yığını olmaktan çıkarıp modern devletin temelindeki siyasi mukavelenin tarafı olan eşit bireyler topluluğu, yani “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” haline getirme fikriydi Türk milliyetçiliği. Milleti bölme, ayrıştırma enstrümanı değildi.
***
Ne var ki bu yoldaki uzun yürüyüşümüz bugün bizi arzu ettiğimiz yere getirmiş sayılmaz. Zira hem bu süreçte özellikle milleti millet yapan değerlerin tarifinde bazı çok vahim hatalar yapıldı geçmiş yönetimler tarafından hem de millet, vatandaşlık, anayasa vs. gibi modern politik kavramların zihinlerde karşılığının olması için sosyolojik gelişmenin belli bir seviyeye ulaşması gerekiyor.
Bütün dünyada böyle oldu bu iş. Çünkü ancak “şehirlileşme” aşamasında eğitimin, meslekleşmenin ve vatandaşlık bilincinin gelişmesi mümkün oluyor. Gelgelelim milyonlarca insanı metropollerin çevresine yığmakla zihinlerin şehirlileşmesi mümkün olmuyor.
Devleti bir ailenin veya bir zümrenin mülkü olarak gören ve devlet dediğimiz kurumla yatay değil dikey bir ilişki kurulabileceğini düşünen atalarımızdan farklı bir anlayışa ulaşmış olmamız icap ediyor. Bu olmayınca kimilerimiz milliyetçilik adı altında milleti ayakta tutan sütunları kesmeye bile çalışabiliyor. Çünkü bu olmayınca insan doğasında kendiliğinden var olan aidiyet duygusu suistimale açık oluyor. Ayrıştırıcı siyasetlere alet olabiliyor. Birleştirici olması gerekirken tam aksine dar grup asabiyesine, aşiretçiliğe, cemaatçiliğe, etnikçiliğe dönüşebiliyor.
Oysa hem doğal bir duygu olarak hem de modern bir siyasi ideoloji olarak milliyetçiliğin gereği milleti oluşturan unsurların farklılıklarına değil ortak değerlere ve ortak gelecek idealine sarılmak olmalı… Bunları bugün en iyi demokratik sistem içinde, hürriyetçi bir yaklaşımla yapmanın mümkün olduğunu bilmek olmalı…
Hukukun üstünlüğü anlayışından, kuvvetler ayrılığı ilkesinden, “millet iradesi” demek olan demokrasi idealinden uzaklaşan ülkelerde milletin nasıl yoksul düştüğünü, devletin nasıl zayıfladığını, milli çıkarların savunulmasının nasıl güçleştiğini görmek için Asya’daki, Afrika’daki, Latin Amerika’daki örneklere bakmak yeterli.
Uganda’daki diktatörlük, Mısır’daki cunta, Kuzey Kore’deki ucube rejim midir ülkesini güçlendiren, milletini zenginleştiren, kaliteli eğitimle donanımlı nesiller yetiştiren, kimliğini korurken insanlık değerlerine katkı üreten, çocuklarının dünyada başı dik gezmesini sağlayabilen yönetim modeli? Yoksa Güney Kore midir, Almanya mıdır, Yeni Zelanda mıdır?
Bunlardan hangi örneği kendi milletine layık görmek milliyetçiliktir peki?