Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır: İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler Almanyası zafere doğru koşarken, Hükümet de herkesten çok Milliyetçilik dalgasına girmiş, savaşta işler ters gitmeye başlayınca milliyetçi düşmanı kesilmişlerdir!..
1944 yılında cereyan eden bu olay, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında meydana gelmiş, Hüseyin Nihal Atsız, Alpaslan Türkeş dahil olmak üzere 23 kişi Türkçülük-Turancılık suçlamasıyla yargılanmıştır.
Türkçülük-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Hüseyin Nihal Atsız-Sabahattin Ali davasının 3 Mayıs 1944 tarihli duruşmasında sonra Türkçüler, “Ankara Nümayişi”ni düzenlemiştir. Bundan bir sene sonra ; Dava nedeniyle Tophane’deki Askerî Cezaevi’nde tutuklu bulunan Türkçülüğün önemli temsilcileri Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 kişilik grup, 3 Mayıs’ın ilk yıldönümü 1945 yılında toplandı. Ve sonraki yıllarda yapılan toplanmalar “Türkçülük Günü” olarak kutlanmaya başladı.
Bazı kişilerin farkında olmadan” 3 Mayıs Türkçülük Bayramı” ifadesi yanlıştır. Netice itibari ile 3 Mayıs’da Türkçüler, eziyet görmüşler, tabutluklara konmuşlar, işkencelere tabi tutulmuşlar, bazılarının tırnakları dahi sökülmüştür.. Bu nedenle 3 Mayıs, bayram değil, anma günüdür. 3 Mayıs, Atatürk çizgisindeki Türkçü Hareket’in siyasi bir çıkışıdır.
Bu bağlamda, “3 Mayıs Türkçülük Günü“nü daha detaylı bir şekilde hatırlamak gerekirse, konunun tarihsel ve sosyolojik araştırmasını yapan Göktürk Ömer Çakır‘ın makalesine göz atmakta yarar vardır;
Dünya Savaşı’nın başında, yani Alman ırkçılığının Avrupa’da güçlü olduğu sıralarda Ankara hükûmeti Almanlarla bu fikir temelinde gizli bir pazarlığa oturmaya çalışır. Pazarlığın konusu da Kafkasya ve Türkistan Türkleridir. Bu tür pazarlık arayışlarını o dönemin Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen ve diğer siyasiler arasındaki yazışmalar ve gizli belgelerde açıkça görmek mümkündür. Alman Dışişleri Bakan Yardımcısı Hending, Alman diplomatları Vahraman ve Ermandatof’a gönderdiği bir yazıda “Türk Genelkurmay Başkanı’nın, Türk-Alman ilişkilerinin Turancılık fikrine dayanabileceği”ni söylediğini belirtmiştir. Ayrıca Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihinde Meclis kürsüsünde okuduğu ve alkışlarla karşılanan kabine programının sonunda “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız” demesiyle resmî bir ağızda Türkçülük kabul görmüştür; fakat Almanya ve Rusya arasındaki harbin seyri Alman ırkçılığı aleyhinde değişince, hükûmetin Türkçülüğü kısa vadeli politik bir argüman olarak ele aldığı, yaşanan acı olaylarla beraber anlaşılmıştır. Bu sözlerden güç alarak yaklaşık iki yıl sonra Atsız’ın, devlet içindeki önemli bozuklukları işaret eden iki yazısının ardı sıra çıkan gürültünün sebebini işte bu yüzden savaşın değişen koşullarında aramak gerekiyor.
Peki Türkçülerin, ilk bakışta Türkçülüğün kara günü olarak nitelendirmeleri gereken bu tarihi bayrak yapmalarının arkasında ne tür bir hikmet yatmaktadır? Öncelikle bu tanımlamanın değeri, 3 Mayıs 1944 tarihinde Türkçülük düşüncesinin ilk somut siyasi çıkışını yapmasından gelir. Türkçülük şüphesiz günlük siyasetin üstündedir ve bir siyasi hareket de değildir; ama teslim etmek gerekir ki Türkçülüğün bir siyaseti de vardır. Türkçülüğün siyaseti – hem de milleti bay kılma yolu olarak – reddetmesi düşünülemez. İşte 3 Mayıs bu anlamda bir siyasi çıkıştır. Çünkü Türk milliyetçiliği bir salon veya dergi faaliyeti olmanın ötesine bugün geçmiş; devrin hükûmetini korkutan gençlik kitlesiyle, bir “taraf” olduğunu bugün göstermiştir. Atsız da o güne ilişkin bir değerlendirmesinde bunu belirtir: “3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, edebî ve ilmî sınırları pek aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayısı’nda birdenbire hareket oluverdi… Önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3 Mayıs’ın bir dönüm noktası olduğunu elbette teslim edeceklerdir.”
Bugünün Cumhuriyet tarihi açısından taşıdığı önemse, yine ilk defa bir düşünce savunucularının, tepkilerini, sokaklara dökülerek göstermiş olmalarından kaynaklanır. Yine Atsız’a göre bu, “millî şuurun ayaklanmasıdır.” Bu olaylardan 2 ay önce, 1 Mart 1944 tarihli Orhun dergisinde Atsız tarafından kaleme alınan ve yine bir hükûmet başkanına yazılmış ilk açık mektup olma özelliğini taşıyan “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” ile aynı derginin 1 Nisan 1944 tarihli 16. sayısında yayınlanan “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”un ardı sıra kopan bu fırtına, her ne kadar Türk milletinin, sahip oldukları millet fikri sebebiyle seçkin olan pek çok çocuğunu çileli günlere ve tabutluk işkencelerine sürüklese de Türkçülüğe bahsettiğimiz anlamda güç vermiştir. Türk milliyetçilerinin, benlik duygusuyla kendi uğradıkları yıkımı değil de Türk Ülküsü’nün kazandığı gücü öne alarak 3 Mayıs’ı bayraklaştırmalarındaki yüksek ahlak, 62 yıl sonra bizim için hâlâ bir onurlanma sebebidir ve Türk milleti var oldukça bu onuru taşıyan Türk çocukları da var olmaya devam edeceklerdir.
Atsız, 3 Mayıs’a giden olaylara yol veren bu ikinci açık mektubunda Millî Eğitim kadrolarındaki bazı kişilerin isimlerini vererek onların komünist uğraşlarına dikkat çekmiş ve bunun sorumlusu olarak gördüğü Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya davet etmiştir. Bu cüretkâr yazının ardından, eleştirilmeyi hazmedemeyen baskıcı hükûmet mekanizması Türkçüler aleyhine işlemeye başlamış, Orhun kapatılarak yazıda adı geçenlerden ve Atsız’ın vatan hainliğiyle suçladığı romancı Sabahattin Ali kendisi aleyhinde dava açmaya kışkırtılmıştır. İşte bu hakareti konu alan mahkemenin 3 Mayıs’ta gerçekleşen ikinci oturumunda, başkentte, milliyetçi öğrencilerin Atsız lehinde nümayişi patlak vermiştir. Bu olaylardan 16 gün sonra devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından ünlü 19 Mayıs nutku irat edilmiş, burada Türkçülük “yurtdışında sergüzeşt aramak”, Türkçüler de “vatan haini fesatlar” tavsifiyle “hüküm” giymişlerdir: Bu konuşmadan 3 ay 19 gün sonra, 7 Eylül 1944’te 23 Türk milliyetçisi “nizam düşmanlığı”, “gizli cemiyet kurmak”, “hükûmeti devirmeye çalışmak” gibi mesnetsiz suçlamalarla tutuklanmış ve İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde 29 Mart 1945’e kadar 65 oturum halinde sürecek olan meşhur “Irkçılık – Turancılık” Davası başlamıştır. İşte sonuçta tüm sanıkların beraat ederek aklanacağı; fakat bu süre zarfında 1500 mumluk lambalar altında aydınlık zihinlerinin yakılmaya çalışıldığı çileli bir döneme girilmiştir. 3 Mayıs, böylesi karanlık ve menfur muamelelerle karşı karşıya kalsalar da Türk milliyetçileri için çok önemli bir gündür. O günün baş mimarı Nihâl Atsız kendi ifadesiyle “Türkçülerin ızdırabı ile yuğurulmuş” bugüne bayram demese de matem demenin de kabil olmadığını belirtmiş; aslında bayramdan da öte bir önem atfederek 3 Mayıs 1944’ü “Türk tarihinin gidişi üzerinde son derece tesirli” saymıştır.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra tarih, Türk Ülküsü’nü kalplerine kazıyan Türk nesillerinin Kızıl Elma’ya, Isık Göl’e, Tanrı Dağı’na ümit odunun düştüğü gözlerle, daha da çoğalarak bakmasıyla göstermiştir ki 3 Mayıs’ın yaralı vicdanı, ülkü alazında “bayram” olmayı hak edecek kadar yanmış, arınmıştır. Bu tarihin hatırlattığı sıkıntılar ise Nejdet Sançar’ın savunmasındaki son sözlerle milliyetçi diğerkâmlığın içinde eriyip gitmiştir: “Türk Irkı sağ olsun!”
Yeniçağ Gazetesi yazarlarından Aslan Tekin’in 3 Mayısla ilgili 5 Mayıs 2021 tarihli yazısını eklemeyi uygun buldum. Aslan Tekin’e Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE) Başkanı Porf. Dr Dursun Yıldırımın ilettiği not kayda değer. Prof. Yıldırım, 3 Mayıs daki tarihi gerçekleri ve nedenlerini bir kez daha tarihe not düşüyor ;
3 Mayıs, 2021, tarihî bir gün. Türkçülerin hemen hemen 77 yıl önce bugün hükümete darbe yapacaklar, başkaldırıyorlar ithamı ile mahkemelere verildikleri ilk mahkeme günüdür. Türkçülerin tutuklattırılarak tabutluklara konmaları için hükümet tarafından yapılan tertibin başlangıç günüdür. İsmet İnönü’nün J. Stalin’in öfkesini yatıştırmak ve O’na Türkiye’den yapmış olduğu toprak taleplerini unutturma yolunda kurbanlık seçtiği Türkçü aydınların tutuklattırıldığı gündür. Türkçülerin hükümeti devirme, yıkma gibi bir niyetleri hiç olmamıştı. Solcuların, daha doğrusu Sovyet Rusya taraftarlarının devletin tüm kurumlarına sızdığı, komünist propagandasının alıp başını gittiği bir dönemde Türkçüler, fikrî planda devleti tehlikenin büyüklüğüne karşı uyarma, komünist yanlıları ile de aynı çerçevede karşı mücadele yapıyordu. Türkçülerin, milletin, devletin ve vatanın birliği üzerine vermiş olduğu fikrî plandaki bu bağımsızlık mücadelesi, devrin hükümeti tarafından hükümeti devirme teşebbüsü, hükümete darbe teşebbüsü diye değerlendirildi ve başta Atsız Beğ olmak üzere dönemin Türkçüleri tutuklanıp, muhakeme edilir ve tabutluklara konur. Bu herkesin, hepimizin bildiği gerçekler. O günün hükümeti, Türkçülerin verdiği mücadelenin Türk halkının onların peşine düşmesinden, hükümeti devirmelerinden şiddetli biçimde korktuğu anlaşılıyor. Türkçülerin birinci direnişleri ile Millî Mücadele kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuş idi. Türkçülerin ikinci fikrî harekâtı ise Türk vatanının bütünlüğünü, devletin bekasını korumak üzerine verdiği mücadeledir. Hükümet yanlılarının, Sovyet Rusya ve J. Stalin taraftarlarının, “Eylenin çocuklar eylenin / Dağlarda kırlarda tekerlenin” türküleri söylediği, bunlarla komünizm propagandası yaptığı günlerdi. Bu türkü söylenirken duraklar ve vurgulamalar ile şu şekli alıyordu: “Ey Lenin çocuklar ey Lenin / Dağlarda, kırlarda tek er Lenin”. Hiç şüphesiz bu ve benzeri kelime oyunları ile söylenmiş sözler değil, Türkçüler açısından bu zihniyetin eğitim kurumlarına, devlet kurumlarına sızmasına müsamaha edilmesi büyük tehlike yaratıyordu. Türkçüler bu tehlikeye dikkat çekmeyi ısrarla sürdürüyordu.Türkçülerin bu yolda yapmış olduğu fikrî aydınlatma faaliyetleri halk arasında büyük yankı yaratır. Bu yankı devrin hükümetini korkutur. Bu durum devrin hükümeti tarafından Türkçülerin hükümete karşı hazırladığı bir darbe teşebbüsü kabul edilir. Böylece fikrî mücadele ile ‘darbe’ yapılabileceği resmî tarih kayıtlarına geçirilmiş olur. Bu bir başkaldırıdır.
Önce, eşitler arasında en eşit konuma erişmek gerekiyor. Böylece olunca ve bu ülküye sürdürülebilirlik kazandırılınca ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi gerçekleşmiş olur ve yeryüzünde ebedî bir düzen olarak yürür. Türkçü gençler, M. Kemâl Atatürk’ün koymuş olduğu hedefe eriştikten sonra eşitler arasında en eşit ülke konumuna gelmek için uğraş vermelidir. Bu düzeye erişildiğinde de bu vaziyete süreklilik kazandırmak mecburiyetindedirler.