Önsöz
Ülkelerin ulusal gücü ve bu gücü kullanıp kendilerini siyasi, ekonomik ve askeri açıdan güvence altına alabilmelerini sağlayacak yol ve yöntemler her milletin kendi karakterine göre değişiklikler gösterir. Her ülkenin kendine uygun siyasi, askeri ve ekonomik modelini belirlemek için önce o milletin karakter şemasının çizilmesi ve daha sonra da bu karaktere uygun modelin oluşturulması gerekir. Peki acaba bu karakter nedir? Freud’un dediği gibi, temel içgüdülerle belirlenen ve bireylerin topluma yansıttıkları zaman kendilerine bir ortak payda bulan bir karakter midir? Yoksa İbn-i Haldun’un Asabiye kuramında bahsettiği gibi kan bağına bağlı bir karakter mi, ya da Gumilev’in büyük enerji patlamaları sonucunda ihtirassal, tutkusal güçleri artmış insanların bir araya getirdiği halkların kurduğu milletlerin ortak yaşam ülküleri midir?
Aslında Gumilev de İbni Haldun da Freud da konuyu belli yerlerinden tutmuşlardır. Fakat sadece 7,5 milyon yıldır varolan Homo ailesinin içinden, günümüz insanı en fazla 100 bin yıllık bir tarihe sahiptir. Irklar ise çok daha yeni, sadece 30 bin yıllık bir süreçtir. Peki bu milletlerin karakteri nasıl oluşmuştur? Son 30 bin yıldır belirginleşen ırksal özelliklerden mi veya çok daha kısa dönemlerdeki coğrafi koşullardan mı yoksa bu ikisinin bir kesişimini mi almak gerekir? Peki zamanı nasıl değerlendireceğiz? Coğrafyayı ele alırsak bugün çöl olan yerler geçmişte deniz, bozkır olan yerler ormandı. Zamanı mı dilimlemek daha kolay yoksa belli bir coğrafya üstündeki kültürün etkilerini mi? Kültürün etkilerini alırsak işimiz daha zor. Çünkü karakter tahlili için bu sefer ithalata kota koymamız gerekir. Anadolu’ya geldiğimizdeki Türk milletinin kültürüyle Anadolu halklarının kültürleri çok farklıydı. Fakat bugün ortak bir kültürden söz edebiliyoruz. Peki acaba bu kültür kaynaşması sonucunda milletimizin karakteri de mi değişti? Sosyoloji ile veya etnoloji ile bu soruya bir cevap bulmamız imkansız gibi gözüküyor. O zaman biz en iyisi Türkiye’deki aydınların pek sevmediği bir işi yapalım ve bilime müracaat edelim. Biyosfer ve teknosferin etkileşimi ve güneş sistemimizden sağladığımız biyokimyasal enerjinin kullanılması acaba milletlerin karakterini belirleyebilir mi? Şimdi sorunu 5 milyar yıla yaydık. Peki ya öncesi? Bundan 15 milyar yıl önce bugün bize uçsuz bucaksız gelen kainat bir toplu iğnenin başından daha küçüktü. Peki bu büyüme sürecinde kainatla birlikte neler değişti? Aslında bizim de işleyiş prensibi yönünden herhangi bir yıldızdan bir farkımız yok. Biz de atom altı parçacıklardan (şu anda daha ufaklarını bilemiyoruz) oluşmaktayız ve yıldızlar gibi doğup, büyüyüp, yaşlanıp ölmekteyiz.
Bu mantıkla şuraya varabilir miyiz acaba; Bizim anamız Türkiye ise Dünyanın anası güneş sistemi ve en büyük ana tanrıça da kainat olmakta. Bunların hepsini Meryem Ana olarak kabul edemeyeceksek, bunlara bir de baba bulmak lazım. Haydi bizim babamız devletimiz diyelim, biz de millet olarak çocuğuz. Peki Türk gelenek göreneklerine göre çocuklar mı babalara bakar babalar mı çocuklara? Çok uzaklara gitmezsek son 2000 yıllık tarihimizde bizde hep çocuklar babalara bakmış fakat buna rağmen ne bir takdir görmüş ne bir sevgi. Demek ki bizim gelenek ve göreneklerimize göre bizim babamız devlet değil. Devlet olsa olsa babasının yokluğunda küçük kıza zulüm eden Sindirella’nın üvey annesi olabilir. Peki nerde bu baba? Son 2000 yılda bu anne 16 defa doğum yapmış farklı farklı coğrafyalarda tek bir babadan ama her defasında bu baba anneyi doğumevinde birakıp kaçmış. Böyle olunca da babalık görevi üvey anneye kalmış.
Haliyle böyle kuvvetli bir babaya özenen üvey anne de zaman zaman kendinden beklenmeyecek işler yapmamış değil. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Bundan topu topu 100 sene evvel şu anda eskiden bize haraç ödeyen devletlerden istihbarat alarak yaşamını sürdüren bazı istihbarat örgütlerinin ataları Sibirya’dan Etiyopya’ya, Hindistan’dan Sırbistan’a at koşturup üvey annelerinden izin almadan fakat babalarının göz kırpmasıyla Batı Trakya’da tarihin ilk Türk Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı. Ondan bir 15 sene sonra da tükenmiş bir halk arkalarına doğu desteğinl de almış tüm batı devletlerine karşı imkansız bir mücadele kazanmıştır. Peki bu iş nasıl olmuştur? Bu millet son enerjisini en son 14.yy’ın sonu 15. yy’ın başında almıştı. Aradan 500 sene geçti, dolayısıyla bu savaşı kazanacak enerji nereden çıktı? O yıllarda tıpkı bugünlerde olduğu gibi enerji bankaları olmadığı için bu enerjiyi oralardan almış olamayız. Hadi diyelim Osmanlı Devleti ordularını devşirmelerden kurmakta, dolayısıyla Anadolu halkından kullanılmamış 500 yıllık bir enerji vardı desek başta Celali isyanları olmak üzere tüm Anadolu isyanlarına ayıp etmiş oluruz. 18.yy.dan sonraki şehir isyanları da varoşlardaki enerjiyi tüketmişti. O zaman bu savaşı kim kazandı? O yıllarda dışarıdan asker satın alacak paramız yoktu. Yine iş her zamanki gibi cefakar Anadolu çocuklarına düşmüştü. Gerçi Allah’tan umut kesilmez. Modern tip mucizeler yaratıyor. Kalbi durmuş insanlar bile kalp masajı ile hayata döndürülüyor. Bu durumda Atatürk kalp masajını yapan doktor mu oluyor yoksa kalp masajının kendisi mi? Tip eğitimim olmamasına rağmen Atatürk’ün masajı yapan doktor olduğunu söyleyebilirim. Peki ya bu kalp masajı acaba yedek bir enerjiyi mi ortaya çıkardı. Babanın çocuklarının geleceğini kurtarmak için yastık altında sakladığı enerjiyi mi? Öyle gözüküyor. Peki o zaman kim bu baba? Acaba bizim çocuk babaya mı çekmiş anaya mı? Kuşkusuz tüm çabalara rağmen üvey ana bu çocuğu kendine benzetememiş.
Biz milletlerin karakterinden bahsediyorduk. Babayı bırakıp biraz konumuza dönelim. Kanada’da okurken bir Sicilyalı arkadaşımın İtalyan mahallesindeki restoranına gittim. Mutfağı gezerken aşçı yamaklarından birinin tek ayak üzerinde durduğunu gördüm. Meğerse bu ceza Sicilyalılara Fatih’in İtalya seferinden miras kalmış. Sicilyalılar bununla birlikte kan davası gibi bizden başka miraslar da almışlar. Bakalım bu kan davalarının sebeplerine ve bu sebeplerin dayandığı altyapılara. Her ne kadar Yaşar Kemal kabul etmese bile biz İnce Mehmet romanındaki karakterin ünlü eşkıya Gizik Duran olduğunu kabul edelim. Gizik Duran’ın İtalya’daki akranını da ünlü İtalyan eşkiyası Salvatore Giulliano olarak alalım. Peki bu ikisinin atasının 500 yıl önceki temaslarına rağmen milli karakterleri yine atalarının ortak mirası olan kan davası üzerine ne gibi bir farklılık getirmiş. Hadi İnce Mehmet Abdi Ağa’yı anasını öldürdü diye öldürdü. Peki diğer 3 kitaptaki ağaların günahı neydi? Onların İnce Mehmet ile hiçbir bağlantısı yoktu. Fakat halka zulüm ediyorlardı. İnce Mehmet’i o ağaları öldürmeye iten şey ne bir maddi çıkar ne de şan, şöhret tutkusuydu. Oysa derinlerde öyle bir şey vardı ki onu bu eylemleri yapmaya mecbur etmişti. Oysa bizim Sicilyalı’nın durumu çok daha açık. Hem paraya ,hem şan şöhrete hem de politik güce ihtiyacı vardı desek onun ilerici ve halkçı düşüncelerine ayıp etmiş oluruz.
Peki bu İnce Mehmet ile Salvatore’nin torunlarını hatta bunların yanında farklı milletlerden binlerce kişiyi dünyadan tamamen farklı coğrafi ve atmosferik özellikler taşıyan ay üslerinde 500 yıl boyunca yaşamaya mahkum etsek. Acaba İnce Mehmet’in torunu ile Salvatore’nin torunları aynı durumda kalsalar yine aynı şeyi mi yaparlar yoksa bambaşka bir yol mu seçerler? Hazır aya çıkmışken Star Wars’a yani gücün karanlık gücüne de değinmeden geçmeyelim. Kainatın büyük bir çoğunluğunu hatta 3/4ünü karanlık madde oluşturmakta. Hiç kuşkusuz ki bu karanlık maddenin de bir enerjisi var. Acaba biz milletlerin karakterinin oluşumunda diğer doğal etkenler gibi bu enerjiyi de göz ardı edebilir miyiz? Marks diyalektik materyalizm felsefesiyle tüm toplumsal olayların temelinde ekonomik olaylar olduğuna işaret etmiş ve 19. yy. Almanya’sı için en uygun sistemin Komünizm olduğunu Kapital’de belgelemiştir. Ondan çok daha önceleri de Adam Smith batının sömürgeci ülkelerine Kapitalizmi önermiş ve taa 14. yy.da İbni Haldun sosyalizmin bir ölçüde temellerini atmış, organizmacı görüşleri savunanların bugün bile göremediği hataları 600 sene evvel gömüş ve doğal sınırlarına ulaşan her devletin parçalanacağını ve tarih sayfasından silineceğini öngörmüştür. Aslında İbni Haldun zamanına baktığımızda öncülleri Nizamı Mülk’ün Siyasetnamesi Makyevelli’nin Prens’ine, Kaşgarlı Mahmut’un Divanı Lugat-i Türk’ü de Proto ansiklopedilerine 400 yıl fark attığını görürüz. Peki o zaman Kapitalizm neden batıda gelişti de doğuda gelişemedi. Bunun sebebini değil de sonucunu görenler hiç kuşkusuz olmuştur. Türk devlet ve kabilelerinin 2000 senelik feodalleşme sürecinin iyi bir tahlili yapılmış olmasına karşın bu sürecin neden bu kadar uzun sürdüğü üzerinde durulmamıştır. Cumhuriyet yıllarında yorgun Türkiye ise Keynes’in görüşlerine biraz devletçilik ekleyip piyasaya sürmüş, 1930-1938 arası önemli başarılar elde etmiştir. Ama acaba günümüzde sömürgeci devletlerin, kapitalizm+komünizmin veya bugüne kadar tüm mazlum milletlere rahat bir nefes aldırmış olan planlı+karma ekonomi Türkiye’nin işini görebilir mi?
En iyisi biz biraz tarihi kurcalayalım. Çöl altından giden ve son yıllarda gün ışığına çıkan Karız Su Kanalları acaba toplumun hangi kesimin çıkarlarına hizmet ediyordu. Hiç kuşkusuz derebeylerinin panayırları gibi yönetici elite değil, toprağını işleyen bütün bir millete. Demek ki bundan yüzlerce yıl önce bir Türk sosyalizmi veya bir Türk ütopyası yaşama geçirilmiş. Peki bu sistemler bugüne kadar niye kalmadı? Lima’daki ortak tarım alanları ya da Aztekler’in gelişmiş şehir ekonomisi ya da Kızılderililer’in doğaya saygılı yaşamı neden Batı emperyalizminin karşısında kendine yer edinemedi? Bu işi teknosferin etkileriyle açıklamak işin kolayına kaçmak olacaktır. Kaldı ki at, tüfek görmemiş Kızılderililer bir süre sonra bunların kullanımında batıya üstünlük kurmuşlar fakat yine de batı karşında yok olmuşlardır. Aslında Kızılderililer Batılılar gelmeden çok önce yok olmuş bakiye bir halktı. Gösterdikleri direnişi bile bir mucize olarak algılamak gerekir. Tabii ki doğal bir kanun olarak bu mucizeyi de onların babaları gerçekleştirmiştir. Eğer bu babaların kim olduğunu, sahip olduğu Echelon sistemi ile tüm dünyayı elektronik izleme altına alan NSA’dan öğrenebilseydik bu kitabı yazmamıza gerek kalmaz, 200300 Türk’ün gen haritalarını çıkararak bu milletin karakterini de tespit edebilir, verileri bilgisayara yükleyerek kendimize en uygun politik, askeri ve ekonomik yapının çıktısını alabilirdik. Ama ne yazık ki hala insanoğlu doğaya değil doğa insanoğluna hakim.
Bundan 600 sene önce Paskalya adası sakinleri dev heykeller yapabilecek, adanın bir ucunda kestikleri dev taş bloklarını adanın diğer ucuna götürebilecek bir üretim organizasyonuna ulaşmışlardı. Fakat bundan 2 asır evvel Havai adalarını keşfe çıkan anglo-saksonlar bu adayı keşfettiklerinde, ada sakinleri ne bu yapıtların nasıl yapıldığını ne de bu yapıtları yapan atalarının kültürleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değillerdi. Peki ada çölleşirken; önemli bir ortak üretim kültürüne sahip bir halk nasıl olmuş da taş devri öncesi halklarına dönmüştü.
Milletlerin karakterini oluşturan ana etkenin Güneş’te olan büyük patlamalardan, Dünya’ya ulaşan dev enerji ışınlarının atmosferle etkileşiminden biyokimyasal enerjiye dönüşmesini ve bu enerjiye maruz kalan bölgedeki halkların bu enerjiye maruz kalan bölgedeki yaşama sürelerinin, bu halkların karakterini belirlemede ana etken olduğunu söyleyelim. Tabi ki bizim burada kullandığımız millet kavramı Fransız devriminden sonra ortaya çıkan millet kavramının tam karşılığı olmamakta; belli bir coğrafyada yaşayan halkların belli bir etnik alan içinde ortak bir kültür geliştirmesi ve ortak bir üretim paylaşım ülküsünü benimsemesidir. Milletlerin karakterini biyokimyasal enerji patlamalarına dayanıklılığı oluşturuyorsa, acaba kültürünü de bünyelerindeki artı biyokimyasal enerjilerini ortak bir üretim şekline odaklamaları ve bu şekilde kendi yönetim geleneklerini oluşturmaları sağlıyor diyebilir miyiz?
Ne Kapitalizmde ne de Marksizmde hava, su gibi doğanın bize sağladığı artı ürünler ekonomik model içinde kendilerine yer bulamamaktadır. Peki sizce doğanın insanlara sağladıkları sonu olmayan sınırsız bir artı ürün müdür? Eğer gözümüzü yeniden Paskalya adasına çevirirsek dev taş bloklarını adanın diğer tarafına taşımak için adanın ağaçlarını keserek Fatih Sultan Mehmet ile aynı zamanlarda ağaç kızaklardan yararlanmış olan Paskalya halkı adayı çorak araziye çevirdikten sonra nasıl kendi yıkımını hazırladılarsa bugün doğayı hesapsızca kullanan kapitalizm ve komünizm de sizce kendi sonlarının ne olacağının farkındalar mı ?
Bildiğimiz kadarıyla son 2000 yıldır dünyanın en büyük iki etnik karşılaşma ve çarpışma bölgesi olan Hazar-Kafkas hattı ile Mezopotamya-Levant hattının ekolojik sistemlerinin dönüşüm tarihi, görmek isteyenler için gerçek bir Dünya tarihidir .Sibirya bataklıklarının üzerindeki buzul örtüsünün erimesi nasıl saklı kalmış ozon düşmanı gazları atmosfere yayıyorsa yeraltı sularının Dünyanın devir daimini sağlaması da havuzlarımızın her daim yüzülebilir olmasını sağlamakta; dolayısıyla iyi ve kötünün bu savaşında insanoğlu her zaman kötünün yanında yer almaktadır.
Bu etnik karşılaşma bölgelerinde birbirlerine rastlayan kültürler ne ölçüde bir savaşın içine giriyor veya bu savaştan hangi kültür galip çıkıp hangisinin Dünya sahnesinden yok olduğunu tespit etmek hiç kuşkusuz başta toplum sosyolojisiyle ilgilenen veya kültürojenez araştırmacılarının işidir .Bizim burada yapmak istediğimiz kültürün oluşmasındaki bilimsel ve doğasal olayların ne olduğunu saptamak ve kültürün mü karakteri şekillendiğini yoksa karakterin mi kültürü dayattığını ortaya çıkarmaktır. Tabii ki kültür oluşumunun sadece doğal oluşumlarla açıklanabileceğini iddia etmek mümkün değil. Halkların yaşayış tarzları, ortak kederleri, sevinçleri, toplum psikolojisi ve dinler gibi iç dünyaları şekillendiren olguları da gözden kaçırmamak lazım. Aksi taktirde kendi aralarında mükemmel bir üretim organizasyonu kurmuş olan karıncaların veya yakaladıkları avları yaşadıkları gruplar içinde ortak ihtiyaçlara göre taksim eden diğer memelilerin de kültürlerinden bahsetmek zorunda kalırız. Öyleyse bizim bahsettiğimiz kültür hiç kuşkusuz genlerimizde olan ve her milleti kendi vücut titreşimlerine göre sınıflandıran bir üst yapıdır ki ancak milletlerin karakter değişimiyle erozyona uğrayabilir; kültür emperyalizmiyle değil. Onun için benim çıkar gruplarına tavsiyem basın harekatları yerine doğal felaketler yaratabilen makinelerin yapımına hız vermeleridir.
2003 yılında Süleymaniye’de başına çuval geçirilen 11 Türk askerinin durumu Türk milletinin psikolojisinin bozulmasında önemli bir etken olmuş ve bireylerinin de kişsel ulusal onur endeksini bayağı aşağılara düşürmüştür. Gerçi Süleymaniye’deki kale bir ev olan Özel Kuvvetler Karargahını tek bir kurşun atmadan teslim edenleri de, Kuzey Irak’ta ki 60 tanklik tank taburumuzu çekenleri de yargı yargılamasa bile elbet tarih yargılayacaktır ama askeriyenin ve hükümetin de en azından pisikolojileri bozulmuş vatandaşlarımızın rehabilite edilebilmeleri için askeri ve devlet hastanelerinin psikoloji ve pskiyatri bölümlerini ücretsiz olarak halka açılmaları gerekmektedir. Bu kurumlar yatıp kalkıp Polat Alemdar’a dua etsinler ki Polat ve sevgilisi, babası Türk kendisi Kürt Seyahaddin Eyyübi’nin hanceriyle Yankhee’i öldürüp milletin gazını aldılar da bir de mide rahatsızlıkları için devletimiz dahiliye bölümlerini de açmak zorunda kalmadı.
Düz mantıktan yola çıkarak x x ise y x’in karşıtı ise x y değildir.Dialektik mantığa göre x x ise y x ‘in karşıtı ise x y ‘i kapsar. Dialektikten yola çıkarsak bir milletin kültürü o milletin psikolojisini kapsadığı gibi karakteri de her ikisini birden kapsar. Bir toplumun huzur içinde yaşaması için önce o toplumun bireylerinin güvenli ve huzurlu olması,bunun sağlanması için de o milletin bireylerinin vucut titreşimlerinin dengede olması gerekir.Bu dengeyi de hiç kuşkusuz ki sibernetiğin konusu olan beynin yaydığı elektrik akımları düzenler.Gerçi Süleymaniye olayında Amerika Türkiye’nin üzerine sahte bir kaç yıldırım düşürüp ülke insanlarına fazla voltaj vermedi ama yine de güvendiği bir kurumu o milletin gözünde güçsüz göstererek vucut titreşimlerini bozmaya yetmiştir.
1699 Karlofça ve 1774 Küçük Kaynarca’dan beri hem batıya hem doğuya karşı ulusal güven endeksi sürekli gerilemekte olan mazlum Türk milleti; ancak Çanakkale’de Atatürk ile birlikte yeniden ulusal onurunu; Türk dil ve tarih kurumlarının kurulmasıyla yeniden ulusal kültürünü; Kurtuluş Savaşı öncesi seferberlikte gösterdiği özveriler ve Kurtuluş Savaşı sonrası devrimlere katılma azmiyle de yeniden ulusal karakterini saklandığı yerden çıkartmıştır.
Çağrı Özkan