Araştırmacı yazarlar Gülnur Aksop ve İbrahim Karakaş’ın 8 yıllık emeğinin ürünü olan “Atatürk, Atatürk’ü Anlatıyor” dizisi onun kendi ağzından hayat hikayesi olarak planlandı.
“Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri. Bu tutkularımın, yüksek yerler ele geçirmek ya da büyük paralar elde etmek gibi, maddi emellerin doyumuyla ilişkisi bulunmuyor. Ben, bu tutkularımın gerçekleşmesini, yurduma büyük yararları dokunacak, bana da başarıyla yerine getirilmiş bir görevin iç rahatlığını verecek büyük bir düşüncenin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”
Mustafa Kemal, asker olma fikrinin nasıl doğduğunu, annesi Zübeyde Hanım’ın buna karşı çıkışını ve sonrasında yaşadığı sıkıntıları şu satırlarla aktarıyor:
“Binbaşı Kadri Bey komşumuzdu. Oğlu Ahmet Bey Askerî Rüştiyesi’ne devam ediyor ve okulun askeri elbisesinî giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Subay olabilmek için tek yolun Askerî Rüştiyesi’ne girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askerî Rüştiyesi’ne girmek istediğimi söyledim. Fakât o, askerlikten ürküyordu. Asker olmama şiddetle karşı koyuyordu. Başvuru zamanı ona sezdirmeden kendi kendime Askerî Rüştiyesi’ne giderek sınavı kazandım. Böylece annemi oldu bittiye getirmiş oldum.
Abdülhamit günlerindeydi. 1905 yılında okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Ama bu ilk adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten de beni bir gün aldılar ve yolsuz yönetimin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım.
Annem bunu ancak ben zindandan çıktıktan sonra duydu. Ve hemen beni görmek için koşup İstanbul’a geldi. Ama orada kendisi ile ancak üç-beş gün konuşabildim. Çünkü yeniden o kötü yönetimin ispiyoncuları, casusları ve cellatları oturduğumuz yeri sarmış, beni yine alıp götürmüşlerdi. Anam ağlayarak arkamdan geliyordu.
Beni sürgüne götürecek olan vapura bindirirlerken o kadar çok istediği halde benimle görüşmesi yasaklandı ve gözyaşları içinde Sirkeci rıhtımında tek başına kalakaldı. Sürgündeki korkutucu günlerimi o, gönül kaygıları ve gözyaşlarıyla geçirdi. Sonra Mondros Antlaşması yıllarında ben Anadolu’ya geçince de annemi yine kaygılı ve kuşkulu olarak İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım.
Yanımda kendisinin bana arkadaş diye verdiği bir adam vardı. Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem tek başına geldiğini duyunca, benim için padişahın verdiği “asılsın” fermanının yerine getirildiğini sanıp inmeli olmuştu. Ondan sonraki savaş ve uğraş yılları, onun günlerini hep kaygıya, derde ve üzüntüye boğan nedenlerle dolu geçti. Böylelikle düşmanlar kadar padişah da ona baskı yapmış, kaygı vermiş, acı yüklemiş oldu.
Oturduğu evler, bin türlü nedenlerle ikide bir basılırdı, aranırdı. Kendisini sıkıştırırlar, bilmediği şeyleri söyletmek isterlerdi. Annem o sıralarda üç buçuk yıllık bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi.
Bu gözyaşları yüzünden neredeyse gözlerini yitirecekti. Ancak şu son bir iki yıl içinde onu İstanbul’dan kurtarıp yanıma getirebilmiştim. Ona kavuştuğum zaman o artık yalnız duygularıyla yaşıyordu.
Poseidon Yayınları (Tel: 0212 2512780)
***
İnsanoğlu kendi sonunu mu hazırlıyor?
Genetiği değiştirilmiş ilk ürünün domates, son ürünün de insan olacağına dikkat çeken bilim adamları çarpıcı çalışmalarıyla insanlığın büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu gerçeğini ortaya koymaya devam ediyor.
Prof. Dr. Mustafa Zülküf Altan, “Terör Her Yerde” serisinin ikinci kitabı, “Biyoloji ve Teknoloji Terörü”nde gıda terörü, genetik çalışmalar, biyolojik unsurların silah olarak kullanılması, dijital terör, yapay zekâ, uzay çalışmaları ve daha birçok konu hakkında bilinmeyenleri anlatıyor ve soruyor:
Daha az insan gücüyle daha fazla kazanç elde etmek isteyen güçler, daha az insana ihtiyaç olacak bu Yeni Dünya’da, insan nüfusunu azaltmak için biyoloji ve teknolojiden faydalanıyor olabilir mi?
İnsan maalesef içinde yaşadığı doğanın sadece bir parçası olduğunu unuttu; teknolojiyi kullanarak önce doğayı, sonra gıdayı bozdu ve sıra artık kendisindeydi!
İnsan DNA’sı ve ardından RNA’sı yani insanın fabrika ayarlarına girildi ve bu ayarlarla ciddi şekilde oynanarak ana sistem bozuldu! Üstüne bir de laboratuvarlarda oluşturulan virüsler yoluyla insanlık tehdit altına alındı.
Teknolojiyi, insanlığa zarar verebilecek şekilde bu kadar yaygın hale getirmek ve kullandırmak insanlığa karşı gerçekleştirilen bir terörden başka bir şey değildir. Daha hızlı, daha ileri, daha teknolojik, daha fazla sanayi, daha çok para derken kimyasallara, toksinlere, virüslere boğulduk, hem de bunları kendi ellerimizle meydana getirdik.
Prof. Dr. Mustafa Zülküf Altan, “Terör Her Yerde” serisinin ikinci kitabı, “Biyoloji ve Teknoloji Terörü”nde gıda terörü, genetik çalışmalar, biyolojik unsurların silah olarak kullanılması, dijital terör, yapay zekâ, uzay çalışmaları ve daha birçok konu hakkında bilinmeyenleri anlatıyor ve soruyor:
Daha az insan gücüyle daha fazla kazanç elde etmek isteyen güçler, daha az insana ihtiyaç olacak bu Yeni Dünya’da, insan nüfusunu azaltmak için biyoloji ve teknolojiden faydalanıyor olabilir mi?
Destek Yayınları Tel:(0212) 252 22 42
***
HAFTANIN KİTABI
Finansal felaket kapıya dayandı!
Dünya dengelerini alt üst edecek finansal bir katliamın ayak seslerini “Köşe’deki Ekonomi” kitabıyla haber veren R. Levent Işık, “Yaklaşan felakete hazır mısınız?” diye sorarak şunları söylüyor:
“FED’in faiz operasyonlarından ötürü vadesi dolan tahvillerden şimdiye kadar 500 milyar dolar civarı zarar oluştu. Bu zarar sadece vadesi dolanlardan; vadesi dolacak olanlarla beraber yekûn trilyonlarca dolara yükselecek. En basit şekilde ifade edecek olursak, devasa bir tsunami tüm ekonomileri yutmak üzere hızla yaklaşıyor. Emeklilik fonları, yatırım portföyleri, bankalar ve daha niceleri… Sadece ABD değil, tahvilleri elinde bulunduran kurum ve kuruluşların içinde oldukları tüm ülkeler tehlikede. Akılalmaz bir finansal katliam geliyor.
ABD’nin tahttan düştüğü ve her şeyi mahvederek yepyeni bir dünya sisteminin kurulmasına zemin hazırladığı garip bir tiyatro izleyeceğiz. Normal şartlarda asla razı olmayacağımız şeylere, yaşayacağımız trajik olaylardan ötürü seve seve razı olacağız. Çin’i başrol oyuncusu yapmaya hazırlanan, yönetmen koltuğundaki Londra Sermayesi’nin insanlık için hazırladığı zifiri karanlık bir distopyaya doğru ilerliyoruz.”
Luna Yayınları Tel:(0312) 433 50 70
***
Anılarla turizm serüvenimiz
Doğru yönetildiğinde turizm, dünyamıza miras kalan kadim kültürlen, yapıların ve doğal güzelliklerin korunup, gelecek nesillere aktarılmasına imkân verir. Yılların usta turizmcisi Faruk Kılıç, anılarını biriktirirken, ülkesine ve insanlığa faydalı olmak ilkesinden hiç vazgeçmemiş. Şimdi de onları bütün çekiciliğiyle ve samimiyetiyle gelecek nesillerine aktarılmak üzere okuyucularına tanıtıyor. “Bir Almancının Kaleminden Hatıralar ve Turizmin Tarihi” kitabında Türk turizm tarihi ile ilgili önemli bilgilerin yanında, Faruk Kılıç’ın dört kıtada tanıştığı insanlar, kültürler, yaşamlar ve bir asra yakın sürenin kazandırdığı hayat tecrübesi var.
POST Yayınevi Tel: (0212) 512 70 20
***
KÜTÜPHANEMDEN
Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı öyküsü
Türkiye’de ilk kez 1996’da Can Yayınları tarafından okurla buluşturulduktan sonra baskı üstüne baskı yapan, korsan baskılarıyla birlikte baskı sayısı belki de 100’leri çoktan geçen bir kitap var bugün köşemizde. Özdemir İnce tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olan Simyacı (özgün adı O Alquilmista), Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho’nun, yayınlandığı 1988 yılından bu yana dünyayı birbirine katan, eleştirmenler tarafından bir ‘fenomen’ olarak değerlendirilen üçüncü romanı. ‘Simyacı’, altı yılda kırk iki ülkede yedi milyondan fazla sattı. Bu, Gabriel Garcia Marquez’den bu yana görülmemiş bir olay. Yüreğinde, çocukluğunu yitirmemiş olan okurlar için bir ‘klasik’ kimliği kazanan ‘Simyacı’yı Saint-Exupery’nin ‘Küçük Prens’i ve Richard Bach’ın ‘Martı Jonathan Livingston’u ile karşılaştıranlar var.
Mevlâna’nın ünlü Mesnevî’sinde yer alan bir küçük öyküden yola çıkarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını taşıyan okurlar için bir “klasik” yapıt haline gelmiştir. Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsüdür.
Sanki bir ‘nasihatname’: ‘Yazgına nasıl egemen olacaksın, mutluluğunu nasıl kuracaksın?’ sorularına yanıt arayan bir hayat ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen romanın altı yılda, yedi milyondan fazla okur bulmasının gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. Simyacı’yı bulmak kendini bulmaktır… Simyacı’nın dünya çapında bu kadar satmasının sebebi belkide kılavuzculuk niteliğinin ön planda olmasıdır. ‘Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken, güneşin doğuşunu seyretmek için şafak vakti uyanmaya benziyor.
(Ahmet Yabuloğlu)