Bu dosya Karar Gazetesi’nin İnternet sitesinden alınmıştır. Yazar: Taner AY
Kültür tarihi araştırmacısı Taner Ay, İspanya iç savaşına ilişkin “Demokrat subaylar erken emekliye ayrılmamış ve monarşi yanlısı subaylar yeniden birliklerin komutasına atanmamış olsaydı, orduya dayalı bir kalkışmanın başarıya ulaşması asla mümkün değildi” diyor.
İspanya’nın, son 30 yıl içindeki bazı iktisâdî ve ictimâî tabakalardaki değişimlere karşın, kültürel ortaçağdan çıktığı söylenemezdi. Yine de bu değişimlerin yarattığı beklentiler, 12 Nisan 1931 günü yapılan belediye seçimlerinin monarşi ile cumhuriyet arasındaki tercihin yapılacağı bir referanduma dönüşmesiyle sandıklara yansımıştı. Seçimler sonucunda 50 kentten 41’ini cumhûriyetçiler kazanınca, Kral Alfanso bir vedâ mektûbu yayımlar. Kral bu vedâ mektûbunda, “Seçimler halkımın sevgisine sâhip olmadığımı bana gösterdi” ifâdesini kullanarak, milletine sitem ediyordu.
Ama, José Maria Gil Robles’in yorumuysa çok farklıydı. Ona göre, muhâfazakârların yolunu şaşırmasına bir tepki olarak orta sınıf cumhûriyete kucak açmıştı. José Maria Gil Robles, bir gecede monarşiden cumhûriyete geçişin asıl nedeni olarak orta sınıfı gösterirken, haklıydı.
Bununla birlikte, orta sınıfın İspanya’daki sorunu sadece krallık olarak algılaması nedeniyle de, cumhûriyetin ölü doğduğu bir gerçekti. Abel Paz, “İspanya’nın sorunu krallık değil, ictimâî bir sorundu ve bu da köktenci bir çözümü gerektiriyordu,” yorumunu yapar. Abel Paz’a göre İspanya’daki ictimâî sorun, köylülüğün ulusun yapısını biçimlendirmesi ve feodal yapıların ülkenin iktisâdî ve endüstriyel gelişmesini engellemesiydi.
***
İspanya’da 1900 ile 1930 arasında yapısal olmayan ve dışa bağımlı bir kapitalistleşme süreci gerçekleşmişti. Belediye seçimlerinin öncesinde kentlerdeki işçi nüfusu için tahmînen 2 milyon sayısı verilir. Bunların 59.300’ü madende, 222 bini tekstilde, 119 bini küçük imâlâtta, 373.351’i inşâatta, 500 bini ulaştırmada ve 378 bini de diğer dallarda çalışıyordu.İspanya’da endüstri ve madenlerde çalışanların oranı yüzde 17.4’ten yüzde 26.5’e kadar yükselmişti. Ancak bu oranlar sabit bir nüfusa mümâs etmiyordu.
Aksine, yüzde 17.4 oranı nüfusu 18.616.630 olan, yüzde 26.5 oranıysa nüfusu 23.677.095 olan bir ülke için sözkonusuydu. Aynı dönemde kırsal kesim emekçilerinin oranı yüzde 64.8’den yüzde 45.5’e düşmüştür. Bu da köylülerin önemli bir kesimin kırsaldan kentlere göçerek sınıf değiştirdikleri anlamına gelmekteydi. Kentlere göçen köylülerden topraksız olanları endüstri tesislerinde ve madenlerde işçi sınıfına dâhil olurlarken, eskiden onlardan daha rahat geçinen kesimi de cılız küçük burjuvazinin safına katılmışlardı. İspanya’da kapitalizm ve kentleşme coğrafî olarak ancak birkaç bölgede gelişebilmişti. Madrid’in nüfusu 1900 yılında 539.835 iken, 1930 yılında 1.383.591 olmuştu. 1900 yılında 533.000 kişinin yaşadığı Barcelona’daysa, 1930 yılında 1.800.638 kişi yaşıyordu.
Bilbao’nun nüfusu 83.306’dan 167.000’e, Zaragoza’nınki de 99.118’den 174.000’e yükselmişti. Kentleşme, ictimâî katmanlar arasına, kırsaldan göçen köylüler ile küçük burjuvalardan oluşan talepkâr bir orta sınıfı katmıştı. Bilbao ve Asturia bölgelerinde oluşan İspanyol finans oligarşisi diğer Avrupa ülkelerindeki finans oligarşisinden farklıydı. Üyelerinin baskın yerel özellikleri bulunuyordu.
Örneğin, Madrid’deki taşınmazların pek çoğunun mâliki ve Peñarroya madenleriyle birkaç bankanın hissedârı olan Romanones Kontu Álvaro de Figueroa aslında hâlâ sınıf ve fikri açılardan büyük toprak sâhibiydi. İspanya’daki finans oligarşisi, doğrudan kapitalizme eklemlenmek yerine, toprağa doğumla hak sâhibi olduğunu sandığı ucuz emek üzerindeki efendilik otoritesi olarak bakmayı sürdürüyordu. Adına finans oligarşisi deniyordu ama, aslında feodal özellikleri baskın olan bir garâbetti.
Fabrikaların, bankaların ve maden işletmelerinin de sâhipleri olmalarına rağmen, toprağın feodal diliyle yaşıyorlardı. Bu nedenle de, kentlerde kendilerine paralel olarak gelişen ve sadece liberal talepleri bulunan orta sınıfı 30 yıl boyunca “yabancı ürün” ve “işbirlikçi” olmakla ithâm etmişlerdi. Orta sınıfsa, bu ithâmların karşısında, modernleşme çabalarından çok, kendilerinin “işbirlikçi” olmadığını kanıtlamanın telâşı içinde kalmıştı.
***
Sandıkta cumhûriyet kazanmıştı ama, orta sınıfın ve işçi sınıfının karşısında onlardan çok daha güçlü olan toprak sâhiplerinin, kilisenin ve ordunun monarşist yapılanması bulunuyordu. Bunların arasındaki kilise, sadece kırsal nüfusun bütünündeki eğitime egemen değildi, aynı zamanda dînden çıkmayı da monarşizmden uzaklaşmakla özdeşleştiren siyâsî bir baskı unsûruydu. İspanya’da nüfusun yüzde 70’i toprağa bağımlıydı. İşgücünün yüzde 53’ü de tarım üretiminde istihdam ediliyordu.
1900 yılında toprak sâhiplerinin yüzde 1.1’i ülke topraklarının yüzde 42’sini elinde bulundururken, 1930 yılında bu oran ekilebilir arâzînin yüzde 90’ına kadar genişlemişti. Cumhûriyetin öncesinde 2 milyon kadar tarım emekçisi topraksızken, 50 bin kadar toprak sâhibi İspanya topralarının yarısından fazlasının mâlikiydi. Topraklarının yüzölçümü bir hektarı geçmeyen 1 milyon 500 bin küçük toprak sâhibi yaşamak için büyük toprak sâhiplerinin emrinde çalışmak zorundayken, 10.000 toprak sâhibinden herbirinin 100 hektardan fazla toprağı bulunuyordu. Sevilla topraklarının yüzde 72’si bölgedeki toprak sâhiplerinin yüzde 5’ine âiddi.
Badajoz’daki toprak sâhiplerinin yüzde 2.5’i bölge topraklarının yüzde 60’ını ekiyordu. Medinacelli’deki toprakların 79 bin hektarının ve Penarande’deki toprakların 51 bin hektarının mülk sâhibi birer kişiydi. Kilise 11 bin büyük çiftliğin sâhibiyken, Toledo Başpiskoposu Monsenyör Segura’nın yıllık geliri 600 bin pesetayı aşıyordu. Kilise, dînî ama aynı zamanda büyük toprak sâhibi de olan siyâsî bir kurumdu.Yıkanmayı şeytânın işi sayan ve yaz sıcaklarında bile kıl gömlek giyen Monsenyör Segura’nın yıllık geliri 600 bin pesatayı aşarken, Endülüs bölgesindeki büyük toprak sâhiplerinin yıllık geliri 18 bin peseta, küçük toprak sâhiplerininkiyse 161 pesetaydı.
1929 yılında kırsaldaki bir milyon aile reisinin 850 bininin günlük geliri bir pesetanın altındaydı. Mevsimlik çalışan topraksız tarım işçilerinin günlük ücretleriyse 0.60 peseta ile 3 peseta arasında değişiyordu. Onların bu ücreti alabilmesi için de gün doğumundan gün batımına kadar 12 ile 14 saat çalışmaları gerekiyordu.
***
Belediye seçimlerinin öncesinde orduda 800’ü general rütbesinde olan 15 bin subay görev yapıyordu. Kötü beslenen, kötü giydirilen ve kötü donatılan bu askerler çok da kötü eğitilmekteydiler. Modern bir ordu karşısında asla direnemezdi ama, bir iç ayaklanma girişimini de kanla boğacak yetenekteydi. Bu ordunun sadece iki yetenekli birliği vardı ve onlar da Fas’taydılar.
Fas’taki birliklerde 1.600 subay ve 40 bin asker bulunuyordu. Fas’taki “Tercio de Extanjeros” lejyonu, erkeklik ve şiddet kültürüyle eğitilmiş kanun kaçaklarından, eski suçlulardan ve serserilerden, “Fuerzas Regularez Indigenas” birliğiyse dağ kabilelerinden seçilmiş yerli paralı askerlerle İspanyollar’dan oluşuyordu. 1933 ile 1936 arasında köylülerin ayaklanmalarını ve anarşistlerin eylemlerini bastıracak olan bu birlikler, İspanya İç Savaşı’nı da başlatacaktır.
Cumhûriyetçi yönetim subay kadrosunu azaltmak amacıyla demokrat subayların çoğunu erken emekliye ayırmakla ve vaktiyle görevlerinden uzaklaştırılmış olan monarşist subayları yeniden birliklerin başına getirmekle târihî bir hatâ yapacaktır. Cumhûriyetçi yönetimin bu hatası sonucunda, ülkenin ordusu artık büyük çoğunluğu monarşi yanlısı olan subaylara kalır. Demokrat subaylar erken emekliye ayrılmamış ve monarşi yanlısı subaylar yeniden birliklerin komutasına atanmamış olsaydı, orduya dayalı bir kalkışmanın başarıya ulaşması asla mümkün değildi.
İspanya’da Katoliklik siyâsî muhâfazakârlığın ve monarşinin dîniydi. Kilise, kapitalizmin târihî sonuçları olan modernleşmeye ve sekülerleşmeye direnirken, cumhûriyetçiler de bazı anayasal düzenlemelerle rûhbanın finansmanını kaldırmış, tarikatların her türlü dînî eğitim faâliyetlerini yasaklamış, medenî nikâhı ve boşanmayı yürürlüğe koymuştu.
Ancak, 59’a karşı 178 oyla kabûl edilen bu düzenlemeler, cumhûriyet ittifakındaki çözülmelerin de başlangıcı olacaktır. Monarşist subayların asker üzerindeki etkisi azaltılmadan yapılan anayasal düzenlemeler erken ve zamanlama açısından da hatâlıydı. Cumhûriyetçilerin bu hatâsı nedeniyle, kilise, İç Savaş’ı dînî bir haçlı seferi olarak değerlendirecektir.
İç Savaş, İspanya’da Franco’yu iktidara taşımıştır ama, Stalinizm’i de dünyanın her yerine câsûsluk, infâz ve terör yöntemi olarak yaymıştır. İspanya İç Savaşı’nın sonuçlarını en doğru yorumlayan kişi, Pavel Sudoplatov’dur. Anılarında, “İspanya Cumhûriyetçileri savaşı kaybetmiş olabilirdi, ancak asıl Stalin’in yolundan gidenler kazanmıştı. İç Savaş sona erdiğinde, dünyada artık Troçki’ye bir karış toprak bile kalmamıştı,” der.
Pavel Sudoplatov’un asıl kimliği 58 yıl boyunca Sovyetler Birliği’nin en büyük sırlarından biri olmuştur. Anıları yayımlandığındaysa, onu Yevhen Konovalets ve Troçki suikastlarından farklı isimlerle bildiğimizi öğrenecektik. Pavel Sudoplatov, Sovyetler Birliği’nin gizli servisinde, 1921 ile 1953 arasında, istihbârâtçı, suikastçı ve sabotajcı olarak görev yapmıştır. İç Savaşı başladığında, cumhûriyetçiler bir hatâ daha yaparak, Sovyetler Birliği’nin NKVD görevlilerinden 2.044’ünü İspanya’ya davet eder. Ama, Sovyetler Birliği husûsunda yanılıyorlardı. Sovyetler, NKVD görevlilerini, faşistlere karşı savaşmaları için İspanya’ya göndermiyordu.
Onların asıl görevlerinin, Stalinistler’in dışındaki solcuları tasfiye etmek ve Troçkizm’i dünyadan silmek olduğu, çok geçmeden anlaşılmıştır. Çünkü, İspanya’nın, Sovyetler Birliği’nin sonraki yıllarda gerçekleştireceği sınır ötesi operasyonlarda görevlendireceği katillerin eğitildikleri bir okul olması düşünülmüştü. NKVD, İspanya’da, partili Stalinistler dışında tek bir solcu bile istemiyordu.
Cephede yaralandığı için Barcelona’da yatan George Orwell, bir an önce İspanya’dan çıkmak isteyen John Dos Passos’a, gün gelip de vurmak için Troçkist bulamadıklarında, partili Stalinistler’in kendi saflarında savaşan ama partili olmayanları bile öldürmeye başlayacaklarını söyler. Haklıydı.
Franco’nun milliyetçi askerleri Cumhûriyetçiler’e karşı savaşırlarken, NKVD görevlileri de Stalinist olmayan ve daha ziyâde kendilerini İspanya’ya davet eden cumhûriyetçileri ve solcuları vurarak onlara yardım ediyorlardı. İç Savaş’ta faşistlerin cephelerde öldürdüğü solculardan çok daha fazla solcuyu NKVD İspanya’da öldürmüştür.
İspanya İç Savaşı’nın öncesindeki ve ilk çatışmalar başladığındaki Cumhûriyetçilerin hatâları, bugün parlamenter demokrasiyi savunan sağdan ve soldan herkes için târihî bir derstir…