63 yıllık ömründe, 2. Abdülhamid döneminin ağır havasını soludu; 2. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında Sinop’tan milletvekili seçildi; İttihat ve Terakki’nin çalkantılı yönetimine karşı çıktı ve bu yüzden hem öğretim üyeliğinden çıkarıldı hem de rütbesi indirildi, askerlikten istifa etti. Balkan savaşlarında, silah altına alındı. İttihat ve Terakki’ye muhalefeti nedeniyle üç ay hapis yattıktan sonra beraat etti ama yurt dışına sürüldü, sekiz yıl sürgünde kaldı. Millî Mücadele’ye katıldı, ilk Millet Meclisi’ne Sinop Mebusu olarak girdi, Ankara Hükümeti’nin ilk Maarif Vekili oldu, Sıhhiye ve İçtimaî Muavenet Vekilliği (Sağlık Bakanı) yaptı. Moskova görüşmelerine katıldı, Lozan Konferansı’nda İkinci Murahhas olarak yer aldı. İkinci Millet Meclisi’nde yine Sinop’tan milletvekili oldu. 12 ciltlik Türk Tarihi kitabını devlet yayını olarak çıkardı. Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna kırgınlık duyarak Ankara’dan uzaklaştı, Sinop’a yerleşti, tütün ticareti işine girdi. Sinop’ta Rıza Nur Kütüphanesi’ni kurdu. Öldürüleceği korkusuyla 1926’da Türkiye’den çıktı, Paris’e yerleşti. Türkbilik Revüsü adıyla bir bölümü Fransızca olarak 8 ciltlik dergi yayımladı. Gönüllü sürgünlüğünde evlendi, mutsuz bir evlilik yaşadı ve hayli kırılarak eşinden ayrıldı. Mısır’a gitti. 1938’de Türkiye’ye döndü, 1942’de Türkçü Tanrıdağ dergisini çıkardı. Bu derginin 18. sayısını hazırlarken masasında öldü. Fransa ve Mısır’da yazdığı “Hayat ve Hatıratım” adlı anıları, ölümünden 25 yıl sonra British Museum’da tesadüfen bulundu. Bu eser, Rıza Nur imgesini paramparça etti.
Prof. Dr. Zakir Avşar, yeni baskısı yapılan “Her Daim Muhalif Bir Türkçü: Rıza Nur” adlı kitabında Rıza Nur’un fırtınalı hayatını, zaaflarını ve hizmetlerini yaşadığı dönemin olayları ve kişilikleriyle birlikte pek çok farklı kaynağı kullanarak değerlendiriyor. Prof. Dr. Avşar, bir roman akıcılığında kaleme alınmış çalışmasının ön sözünde Rıza Nur’la ilgili şu önemli değerlendirmeyi yapıyor:
Dr. Rıza Nur çok çalışkan, üretken bir insandı. Ülkesine ve milletine bağlılığı aşk derecesinde idi. Başarılı ve tanınan bir tıp doktoru olmasına rağmen Türk tarihine, diline, kültürüne dair araştırmaları ve eserleri ile de temayüz etmişti. Aynı zamanda aktif bir siyasî hayatı olmuş, Meclis-i Mebusan’dan Büyük Millet Meclisi’ne, Millî Mücadele Hükümetlerinde bakanlık görevlerine uzanan muazzam ve fırtınalı günlerin içinde yer almıştı. Rıza Nur’u kuşkusuz ki Moskova ve Lozan Antlaşmalarının murahhasları arasında yer alan çok başarılı bir diplomat olarak da zikretmek lazım gelecektir.
Rıza Nur ile ilgili olarak şunu söylemek gerekir ki, “Hayat ve Hatıratım” adını verdiği ve ölümünden yıllar sonra yayımlanan hatıratı, onun tüm yapıp ettiklerini gölgelemiştir. Hayatının son yıllarını aralarında geçirdiği ve kendisine çok önem ve değer veren Türkçüler bakımından da unutulacak bir kişiye dönüştürmüştür.
Hatıratlar kuşkusuz ki öznellik yüklü, yazanın kendisini tarihe ve vicdanına karşı savunusunu öne çıkardığı eserlerdir. Çok objektif olmadıkları kabulü ile okunur, değerlendirilir. Ancak Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” adlı eseri, bunun çok ötesine geçmiş; yaşarken türlü nedenlerle husumet duyduğu her isme yönelik bir karalama kitabına dönüşmüştür. Rıza Nur, hatıratını yazarken yurt dışında bulunduğu ve büyük ölçüde her olayı kendi zihninden, hafızasından hatırladıklarıyla aktarmaya uğraştığı, bir kısım olayları da gazeteleri takip ederek cevap vermek üzere kaleme aldığı için belgelerle, somut gerçeklerle bağdaşmaz bir şekilde yazmıştır.
Nitekim “Hayat ve Hatıratım” adlı eseri ilk kez kütüphanesinde gördüğüm ve okumak için ödünç aldığım rahmetli Alparslan Türkeş’in bana birinci uyarısı ve hatırlatması çalışmanın bilimsellikten, gerçeklikten, tarihsel tutarlılıklardan çok uzak olduğu ve dolayısıyla bu gerçekler üzerinden okunmasının doğru olacağı şeklinde olmuştur. Elinizdeki eseri ortaya koyarken görüşlerine başvurduğum, Rıza Nur’un son yıllarını birlikte geçirdiği önemli isimler de yine mütemadiyen aynı duygularını dile getirmişler, Rıza Nur’un yurda dönüşünden son gününe kadar birlikte olmalarına rağmen kendi ağzından hatıratı ile ilgili bir şey duymadıkları gibi hatıratındaki ihtilaflı hususları da hiç dile getirmediğini ifade etmişlerdir.
Merhum Cavit Orhan Tütengil’in British Museum’da bir çalışma yaparken tesadüfen gördüğü, üzerine iki makale yazarak Türk kamuoyunu haberdar ettiği bu hatıratın yayını da “Fesli Kadir” olarak tanınan Kadir Mısıroğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. “Hayat ve Hatıratım”, yayımlanmasından sonra ülkemizde yasaklı yayınlar arasına alınmış; hem yasaklanması hem de Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet’i kuran önemli pek çok isme bugün iftira ve isnat olduğu belgelerle ortaya çıkan iddiaları nedeniyle ilgi görmüştür.
Elbette, “Hayat ve Hatıratım”da gerçeklerle uyuşan, Moskova ve Lozan’a ait hatıraların yer aldığı kısımlar gibi tarihî gelişmelere ışık tutacak tanıklıklar ve bilgiler de bulunmaktadır. Bunları dahi kişisel husumetle yazdığı küfür ve hakaret içeren kısımlardan süzmek suretiyle okumak yararlı olacaktır.
Rıza Nur’un Atatürk başta olmak üzere pek çok şahsiyete yönelik bu iddiaları nedeniyle Türkçülerle yolunun ayrılması ölümünden sonradır, yani hatıratının yayımlanmasından sonradır.
Merhum Rıza Nur’un hatıratı olmasaydı veya bu hatırat ortaya çıkmasa idi bugün ülkemizde adı çok daha farklı anılacaktı; adı birçok kamu tesisine verilecekti. Cadde ve sokak adları arasında yer alabilecekti. O kıymette bir insandı. Hizmetleri de o ölçüde çok idi. Şimdi, adı sadece Rıza Nur Sinop İl Halk Kütüphanesi’nde yaşıyor. O da kendi parası ile alıp, kurup bağışladığı için…
***
HAFTANIN KİTABI
Bugünlerin dünü vardı
68 Kuşağı merkezinde bir aşkla bezenen “Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var” Osman Balcıgil’in kaleminden soluk kesen aşk ve hüzün odaklı bir dönem romanı. Hukuk öğrencisi güzeller güzeli Lale İle Denizci Teğmen Fuat’ın sonu hazin fırtınalı aşkı…
Balcı’nın tarihsel gerçeklere yüzde yüz sadık kalarak kaleme aldığı romanda çarpıcı sorular cevap buluyor:
* 1960’lı yılların sonlarında yaşanan büyük altüst oluşa kimler, hangi nedenlerle nasıl yön verdi?
* CIA ve MİT, son 20 yılımıza damgasını vuran siyasal İslamcı düzenin temellerini o günlerde nasıl attı?
* ABD gemilerine tepki göstermek yerine namaza durmayı tercih eden bugünün muktedirleri kimler?
* 1960 İhtilali’nden geriye dönüldüğünü düşünen 9 Martçı komutanlar, kurulan 12 Mart tuzağına göz göre göre nasıl düştüler?
**
Katillerin peşinde…
Wilbur Smith’in yeni romanı “Yırtıcı” okurlara soluk soluğa bir macera yaşatıyor:
Hector Cross’un eşinin ölümünden iki adam sorumludur.
Birinin cezasını kendi elleriyle veren Hector, psikopat ruhlu bir cani olan Johnny Congo’yu ise sevgilisinin zoruyla adalete teslim eder.
Karısının katilleriyle hesaplaştıktan sonra inzivaya çekilen Cross, Atlantik’in ortasındaki petrol tankerini, bölgedeki terör saldırılarından korumak için tekrar harekete geçer.
Zira dünyaca ünlü, güçlü şirketinin güvenebileceği tek kişi odur.
Cross bir kez daha atıldığı riskli bir macerada avını tuzağa düşürene kadar durmayacaktır.
Çünkü o tam bir Yırtıcı’dır.
***
KÜTÜPHANEMDEN
Oktay Akbal öykü yazmaya ilkokul yıllarında başladı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939’da, henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Akbal’ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik’in Semaver adlı kitabını okumasından sonra başlamıştır. Kendi hayat tecrübelerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da gözardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir. Akbal hikâyeleri, Behçet Necatigil’in deyişiyle “Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır”. Edebiyat çevrelerinde geniş yankı yapan “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı ilk kitabının öyküsünü Oktay Akbal şöyle anlatır:
“1946’da yayımlanan ilk kitabım ‘Önce Ekmekler Bozuldu’yu annemin sattığı Tophane’deki evin parasıyla bastırmıştım. İki yüz liraya bin beş yüz tane. Her biri altmış kuruş. Kendim dağıtmıştım. Şehzadebaşı’ndaki tütüncü, altmış kuruş fiyatı çok görmüştü. ‘Kim alır bu paraya?’ demişti; yine de hatır için camın önüne koymuştu. Kapağını Fahir Önger çizmişti. Önce Ekmekler Bozuldu daha kalın olabilirdi, ama dergilerde çıkmış başka öyküleri, düz yazı parçalarını kitaba almamıştım. Kendime göre bir seçme yapmıştım. On sekiz, yirmi yaşlarındaki genç bir yazarlık heveslisinin duygusal seslenişleri. Tam altmış yıl önceden… Bilmem günümüz okurlarına bir şeyler duyurabilecek mi? Hiç değilse 40’lı yılların bir belgesel anısı sayılsın isterim. O, İkinci Dünya Savaşı’na girdik gireceğiz kuşkuları içinde çırpınan bir İstanbul’da yazmak, yaratmak tutkusuna da kendini kaptırmış on sekiz-yirmi yaşlarındaki bir gencin yaşantıları, düşleri, aşkları, umutları”