Gelenek meselesi, bir konu ve problematik olarak sosyal bilimlerin neredeyse tamamını ilgilendirir. Hatta bilim gelenekleri söz konusu edilerek bütün bilim dallarının kendi iç geleneklerinden ve bilim tarihi örnek verilerek bilim geleneğinden de bahis açılabilir.
Aslından “gelenek”i başlı başına bir tema olarak düşündüğümüzde, insanoğlunun yeryüzünde varlığını sürdürebilmiş olmasının da bu olgudan bağımsız olmadığı fark edilir. Yani insan soyu olarak yeryüzünde bulunuşumuz dahi bir tarz gelenek meselesidir. Böylece geleneğin en temelde bir eğitim boyutu olduğu kendiliğinden gündeme gelir. Zira gelenek en yalın ve basit ifadesi ile nesilleri birbirine bağlayan öğrenilmiş ve sınanmış, bilgi ve davranış biçimleridir. Bu bakımdan insanoğlu yeryüzünde atalarından öğrenmiş olduğu her türlü davranış biçimini gelenek adı altında yaşamakta ve yaşatmaktadır.
Geleneğin beraber düşünüldüğü, biri incelenirken diğerinin de kendiliğinden ortaya çıktığı ve gündeme geldiği kavram, “kültür”dür. Zira insanoğlunun
yeryüzünde varlığını idame ettirerek, öğrendiklerini kendinden sonraki nesillere aktararak, öğreterek var olması, onu tarihsel ve kültürel bir varlık olarak ele
almamızı zorunlu kılar. Diğer bir deyişle, insanın varoluş geleneği, onu tarihin ve kültürün öznesi kılar. Böyle bakıldığında insanoğlu gelenek içinde var
olan ve var olmak zorunda olan bir varlık olarak betimlenebilir. Gelenek, varoluşumuzun ontik zemini, yani insani, kültürel müktesebatımız gibi görünüyor.
Gelenek meselesini düşünmek; “İnsan nedir?”, “İnsanın yeryüzünde varlığını idame ettirebilmesinin imkânı ve koşulları nelerdir?”, “İnsan varoluş koşullarına mahkûm mudur?”, “Olmuş olanın dışında alternatif başka bir tasavvur mümkün müdür?” gibi ve kolaylıkla çoğaltılabilecek başka sorular da sorulabilir.
Aristoteles’in “Alışkanlık insan için ikinci bir tabiat gibidir” sözü hatırlanacak olursa; gelenek çoğu zaman, insanın önünde alışkanlıklara dayalı, güvenli bir davranış alanı sunmaktadır. İşte tam da burası gelenek hakkında sorgulamanın başlaması gereken kritik bir eşik oluşturmaktadır. Zira alışkanlıklar, hayatı kolaylaştırdıkları kadar onu dondurmak ve otomatize etmekle de maluldürler. Öyleyse gelenek meselesini düşünmek; önümüzde giderek birbirinden ayrılan istikametlerde farklı yollar bulunduğunu idrak etmeye bizi zorlamaktadır. Bu yollardan biri, alışkanlıkların konforuna yenik düşerek onları kutsamak yani “gelenekçilik”tir. Diğeri tarih ve kültür de dâhil olmak üzere devamlılığın, sürekliliğin ve yeniliğin terkibini yaparak gelenekliliğin gerekliliğini ve üstünlüğünü kavramaktır. Gelenekçilik bir tarz nostalji hâlidir. Geçmişe özlem hatta geçmişe öykünmedir. Gelenekçiliğe göre asr-ı saadet geçmiştedir. Bugün bozulmakta, gelecek ise kıyamettir.
Geleneklilik bir tercih ya da alışkanlıkların kutsanmasından ziyade bir bilinç durumuna işaret eder: İnsan tarih içinde olan fakat bir yandan da sadece tarihi olan değil, tarih yapan bir özne-varlıktır. Özne olmak, insana özgü bir ontolojik konum ve mertebedir. Özne-varlık; bilen, eyleyen, eylemlerinin sorumluluklarını üstlenen, hayal eden, olanla yetinmeyen, ideal olanı veya olması gerekeni düşünen, tasarlayan, iradesi ile seçen, bağlanan, adanan, inanan bir varlıktır. Dolayısıyla gelenekçilik aslında ona yetmeyecek, onun kendisini gerçekleştirmesini temin edemeyecek ve hatta bunun teminatı da olamayacak bir sosyal, etik ve metafizik bir pozisyondur. Bu manasıyla statükoyu, mevcudu veya tarihsel-kültürel müktesebatı dondurarak korumaya çalışmak, ona yabancılaşarak hiçleşmek demektir. Belki bu pozisyondan daha vahim olanı, tarihin belirli bir döneminde cari olan hayatı bağlamından kopararak bugüne getirmek ve monte etmek hayalidir.
Oysa hayat geriye doğru akmaz. Hayat yeni oluşlarla tersine çevrilemez bir akıştır. Öyleyse gelenek meselesini de bu açıdan okumak bir zorunluluktur.
Hayat ileri doğru seyrederken bütün müktesebatını bünyesinde taşır. Yani yeni ve canlı olan, geçmişi ile irtibatını koparmadan, onunla birlikte ileriye doğru
akar. Hayatın bu seyri kültürel ve tarihî varlık sahası için de aynıyla geçerlidir. Gelenekler; hayat alanı veya canlıların varlığını devam ettiren ekosistem gibidir. Böylece gelenekçilik, hayatın dinamizmine ve ileriye doğru akışına aykırı düştüğünden savunulamaz. Fakat ekosistem mecazı ile anlatılmak istenen
yeni ve canlı olanı barındırma tavrı geleneklilik ile benzeştirilebilir veya betimlenebilir.
Geleneklilik, insandaki hafıza ile de irtibatlandırılabilir. Hafıza, kim olduğumuzu, burasının neresi olduğunu, nerden gelip nereye gitmekte olduğumuzu yani benliğimizi oluşturur. Kendini bilmek; bir şuur durumudur. Manevi anlamda bu bilgi; marifettir, irfandır. Geleneklilik, özbilinç ve otokritik ile yol alır. Geleneklilik nereden gelindiğini ve nereye gidilmesi gerektiğini bilme seviyesine ulaşırsa, kendi üzerine katlanarak kritik bir bilinç edinirse, diğer bir deyişle geleneğin felsefi bilincine erişilebilirse “yaratıcı gelenek” mertebesine ulaşılabilir. Yaratıcı gelenek, gelenekli olmanın da ötesinde bir bilinç durumuna karşılık gelir.
Felsefileşmiş medeniyetler, yaratıcı gelenekler ihdas edebilirler. Böylece felsefe, medeniyetlerin dayanmak zorunda oldukları geleneklerin anlam ve değerlerini sorgulamak ve sorgulatmak suretiyle statikleşmelerini ve alışkanlığa dönüşmelerini engeller. Geleneklerin anlam ve değerlerini kavrayarak ve kavratarak dinamik bir ideale dönüşmelerine vesile olur. Felsefileşmiş medeniyet merhalesi insanlık için etik, estetik ve metazik insanlık değerlerinin paylaşıldığı ve yaşandığı bir “medinetü’l-fâzıla”dır.
Felsefileşmiş medeniyetler, yaratıcı gelenekler oluşturmuşlardır. Yaratıcı gelenekler, yaratıcı ve özgür insanlar ile kaimdir. Yaratıcı ve özgür olabilmek, değerlerle bütünleşmeyi ve onları içselleştirmeyi gerektirir. Değerlerle bütünleşmek, insanı kendi iç dünyasına dönerek kendisi için kendisine yeni ve özgür bir dünya kurabilmesi demektir. Bu, insanın içe kapanması veya toplumla ilişkisini kesmesi demek değil bilakis toplumu ve toplumsal değerleri
güncelleyebilmek, yorumlayabilmek ve sırası geldiğinde de dönüştürebilmek için onlar üzerinde bilinç geliştirmek demektir.
İnsanın kendi içinden çıktığı ve yetiştiği gelenek ve medeniyet hakkında bilinç geliştirmesi ve onun müşahhas/somut bir timsali hâline gelmesi, çok çetin bir hazırlık sürecini gerektirir. Burada iç ve dış, geçmiş ve gelecek dengesinin kurulması ve gözetilmesi gerektiği gibi klasik ile yeni ve orijinal olanın da uyumu, ahengi kurulabilmelidir.
Böylece felsefileşmiş medeniyet ve yaratıcı geleneklerin bir bilinç seviyesini gerektirdiği ve onun da temelinde iç ve dış dengesini kurabilmiş bir özneyi,
bir şahsiyeti ima ettiğini fark etmiş oluyoruz.
Tarihte hiçbir medeniyet tesadüfen kurulmuş ve yaşatılabilmiş değildir. Medeniyetler, bilgi, tecrübe, değer ve ideallerle kurulur. Medeniyetler bünyelerinde gelenekleri barındırırlar. Felsefileşmiş medeniyetler; gelenekleri sadece formları/şekilleri/suretleri itibariyle saklamak yerine; insan hayatı üzerindeki olumlu ve birleştirici etkilerini gözeterek yaşatırlar ve devrederler. Şüphesiz bu aynı zamanda bir ihya, inşa ve ibda hareketi ve hamlesidir. Bu, muhafaza etmekten çok daha fazlasıdır. Hayatı müzeye sokmak ya da çevirmek de değildir. Tersine “bulanmadan ve donmadan akmak” veya “kökü mazide olan ati” olabilmek iradesi ve bilinci demektir.
Yaratıcı gelenek, yaratıcı ve özgür insanı şart koşar, ona dayanır, onun varlığı ile kaimdir. Yaratıcı ve özgür insan; kendisi olabilmiş, kendisi olabilmeye imkân ve zemin bulabilmiş veya bunu kendisi, her şeye rağmen başarabilmiş olan insandır. İnsanın bu süreçte yalnız bırakılmaması, toplumsal ve entelektüel destek bulabilmesi ve her şeyden önemlisi, anlaşılabilmesi, sayılarını çoğaltacaktır. Aksi takdirde yaratıcı insan, orijinal medeniyet verimleri, entelektüel ihya hareketleri yerine mevcudun tekrarlanması ile skolastikleşme kaçınılmazdır.
Toplum yeni, farklı ve özgün olanı bağrına basabildiği ölçüde şuurlu bir muhafazakârlıktan, felsefileşmiş bir medeniyetten ve yaratıcı geleneklerden
bahsedilebilir. Özerk, reşit, özgür, idealist, şahsiyetli, iç ahlak sahibi, imanlı, yaratıcı bir insan, aynı vasıflara sahip bir geleneğin ve medeniyetin teminatıdır.
Zira insan ve medeniyet birbirinin aynasıdır.
Kaynak: Türk Yurdu dergisi
Temmuz 2018, Yıl: 107, Sayı 371
https://www.researchgate.net/publication/329487434_Gelenek_Uzerine_Dusunmek_ya_da_Felsefilesmis_Bir_Medeniyete_Dogru