Şu Destanı, Türkler’in en eski destanlarından biridir.
Destan milattan önce 330 ile 327 yıllarında gerçekleşen olaylarla alakalıdır.
Şu Destanı Türklerin Aleksandros veya yaygın adıyla Büyük İskender’le mücadelelerini ve geriye çekilmelerini anlatmaktadır.
Bu tarihte İskender ordusuyla Semerkant’ı geçip, İran ve Türkistan’a saldırmıştı.
Destan bazı Türk boylarının İskender’e karşı koyduğunu ve İskender’in onlarla barış yapmak zorunda kaldığını anlatıyor.
Destana göre aynı dönemde Saka (İskit) hükümdarının adı ise Şu idi.
Destanda adı geçen Şu’nun gerçek bir hükümdar olması ihtimali doğru olabilir.
Öte yandan bilmek gerekir ki Saka devletine bağlı bir devlet bölümüne de Su veya Şu deniliyordu. (Zeki Velîdî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 14, 19, 33.)
Ayrıca Kaşgarlı Mahmut Divan ü Lügat-it Türk’te İskender’den Zülkarneyn olarak bahsetmektedir.
Türklerin Büyük İskender’i dize getirdiği Şu Destanı’nın en uzun metni ise şu şekilde:
“Şu Kalesi’ni, Balasagun yakınlarında genç kağan Şu yaptırmıştı.
Kağan Şu’nun sarayı ise Balasagun’da idi.
Kalede ve Balasagun’da çok güçlü bir ordu bulunuyordu.
Balasagun kenti çok zengindi.
Şu Kağan’ın sarayının önünde ordu beyleri için her gün 365 nöbet vurulurdu.
Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış,
Ön Asya’dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş,
ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkant’a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmıştı.
Şu Kağan’ın gözcüleri, Zülkarneyn’in Balasagun’a ve Şu Kalesi’ne yaklaştığını bildirdiler.
Gözcüler, Şu Kağan’a şöyle dediler:
”Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır.
Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir.
Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?”
Genç kağan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü.
Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş,
Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti.
Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı.
Getirdikleri kötü haberden Şu Kağan’ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar.
Şu Kağan gönlü ise rahattı.
Şu Kağan’ın gümüşten bir havuzu vardı.
Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı.
Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu.
Şu Kağan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı.
Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı.
Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinlendirir,
dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı.
Şu Kağan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu.
Habercilerin:
”Ne buyruk verirsin kağanım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?”
Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri göstererek şöyle dedi:
”Bakın. Görüyor musunuz… Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?”
Haberciler, kağanlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar.
Ona kuşku ile baktılar.
”Herhalde kağanımızın hiçbir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor” diye düşündüler.
O sırada, Zülkarneyn’in ordusu Hucend Irmağı’nı geçmişti.
Vakit gece yarısına geliyordu.
Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu Kağan’ın kırk yiğidi atlanıp,
yıldırım gibi Şu Kalesi’ne geldiler.
Şu Kağan’ın katına varıp Zülkarneyn’in Hucend Suyunu geçtiğini,
Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler.
Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kağan,
kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu.
Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular.
Bu durum halkı şaşırttı.
Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından korktular.
Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet, kağanla birlikte yola düştü.
Gün doğarken, kentte kimse kalmamıştı.
Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.
Bütün millet, Şu Kağan’ın ardından gitmişti.
Ancak, binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi’nde kalmıştı.
Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi.
Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı.
Yorgundular. Fakat, pek duracağa benzemiyorlardı.
Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini,
kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.
”Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz,
geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.” dediler.
İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı.
Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar.
Ama bu iki kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için
Zülkarneyn’in geldiğini görmediler.
Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ”Türk mânend” dedi.
Bu söz, ”Türk’e benziyorlar” anlamına geliyordu.
Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı.
Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar.
Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar olurken Şu Kağan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti.
Çin’e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kağan,
artık Zülkarneyn’i karşılayabilecek durumda olduğuna,
onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi.
Çünkü, kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn’den daha güçlü duruma gelmişti.
Şu Kağan, çerilerinin en gençlerini ayırdı;
onları Zülkarneyn’in üzerine yollamayı düşündü.
Veziri, gidecek olanların tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını,
başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi.
Şu Kağan, vezirine hak verdi. Yaşlı, deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.
Şu Kağan’ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn’in öncü birlikleriyle karşılaştılar.
Türk çerileri, Zülkarneyn’in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar.
Baskın çok kanlı oldu.
Bir ölüm kalım savaşı yapıldı.
Zülkarneyn’in öncü birlikleri bozguna uğradılar.
Türk erlerinden biri, Zülkarneyn’in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü.
Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı,
çerinin kanıyla kızıla bulandı.
Ertesi gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı.
Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ”Altın kan! Altın kan!” diye bağrıştılar.
O günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa
Altın Kan (Altun Han) dendi.
Baskından sonra Şu Kağan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış yaptılar.
Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu.
Burada birçok kent kurulmağa başlandı.
Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler.
Şu Kağan da Balasagun’a döndü.
Şu Kalesi’ni sağlamlaştırdı.
Balasagun kentinin geliştirdi.
En sonunda da kaleye bir tılsım koydu.
Bu öyle bir tılsımdı ki dört bir yanda duyuldu.
Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar, kenti aşamadılar.”