Bilenler bilir Duygu Asena’nın kitabının adıdır ‘’Kadının Adı Yok’’… Tabir-i caizse adı da çıkmış bir kitaptır, pek çok anne babanın çocukları için o kitap sana uygun değil bağırışlarının da bizzat hedefi olan kitaptır. Anlayacak yaşlara geldiğinizde kitabı ilk kez ya da bir daha okuduğunuzda ise sizi feminizm hakkında derin düşüncelere iten bir kitaptır. Duygu Asena ‘’feminist yazar’’ olarak geçer bizzatihi kitabı okuduğunuzda da özellikle yazarın kitabın
baş karakterinin ilk gecesini anlattığı bölümü ‘’tavuk boğazlanmış gibi kan içinde yatak’’ şeklinde tanımlamasının karşılığında bile bir erkek düşmanlığı olduğunu sezer hale gelirsiniz. Tartışılır, kitap bir erkeği aldatmayı erdem olarak mı sunuyor acaba diye, pek çok kişi bir erkeğin kadını aldatması ne kadar aşağılıksa bu da o kadar aşağılıktır, kadının özgürlüğü bu demek değildir dese de, Kadının Adı Yok kitabı esasen çoğu insanın düşündüğü gibi aldatmanın özgürlük olduğunu savunmaz. Sadece dürüstlüğün ve yapılanın arkasında durmanın erdem olduğunu savunur. Kitapta yer alan ‘’sevmediğim halde sırf parası için bir erkeğin altına yatsaydım asıl or**puluk o olurdu’’ sözlerine karşılık verilen ‘’nikahlı kocan ayol’’ cevabı esprili gözükse de maalesef çoğu kadının içinde bulunduğu durumun bir özetidir. Bu anlamda da son derece doğru noktalara değinen okunuşu da keyifli bir kitaptır.
Ancak, bu ülke kadınlar açısından yaşaması pek de keyifli bir yer değil uzun zamandır.
Bindiği minibüsün şöförü tarafından saldırıya uğrayan, karşı koyunca sayısız kez bıçaklanan, parmak izleri kalmasın diye elleri vücudundan kesilerek koparılan, ve en nihayetinde ceseti yakılan bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Özgecan Aslandı…
Yaralıyken kaldığırıldığı hastanede kaldığı odada kardeşleri tarafından kurşunlanarak öldürülen bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Güldünya Tören’di…
Bedeni testereyle parçalara ayrılan sonra bir gitar kutusuna konularak çöpe atılan bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Münevver Karabulut’tu…
Boşandığı kocası, onun babası ve üç arkadaşı tarafından evine zorla girilip dördüncü kattan aşağıya atılan, bacağı kırılınca çivili sopalarla dövülen, hala nefes almaya devam ettiği için eski kayınpederi tarafından silahla kafasına dört el ateş edilerek öldürülen kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Zümrüt Er’di…
Eski eşi tarafından boğazından bıçaklanarak, on yaşındaki çocuğunun gözleri önünde ‘’ölmek istemiyorum’’ çığlıklarıyla can veren bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Emine Bulut’tu…
Suç duyurusunda bulunurken “ölümüm gerçekleşince mi bana yardım edeceksiniz?” deyip, hakkında 23 kez suç duyurusunda bulunduğu eski eşi tarafından öldürülen bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Ayşe Tuba Arslan’dı.
Erkeklerle konuştuğu için, evlerinin bahçesindeki çukura babası tarafından canlı canlı gömülen bir kadın gördünüz mü? Bu ülkede gördünüz. Adı Medine Memi’ydi…
Peki gördünüz de ne yaptınız? Tüm bu okuduklarınızdan bir tanesi dünyanın herhangi bir yerinde kendisine ‘’medeni’’ ya da ‘’hukuk devleti’’ diyen bir ülkesinde olsaydı o ülkede hayat durur, o ülke ayağa kalkardı. Kuvvetle muhtemeldir ki, bir daha tek bir kadının kılına zarar gelmeyene kadar da o ülkede başka bir şey konuşulmazdı. Peki Türkiye’de ne oldu? Kaç gün kaldı bu konular gündemde? Kaç gün konuşuldu?
13 yaşındaki bir kıza tecavüz eden 16-17 yaşlarında iki erkek kardeş adliyeye getirildiğinde, çocukların annesi ‘’eğmeyin başınızı siz değil o or**pu utansın’’ diye bağırmıştı ya çocuklarına, aslında benim için o anda kopmuştu kıyamet… Geçen gün dedim ki sûr borusuna da üflenmeye başlandı herhalde…
Hatırlıyor musunuz geçen gün Samsun’da apartman önünde eşini canice, bayıltana kadar döven İbrahim Zarap: ‘’bir anda gözüm döndü ve sinir krizi geçirmişim o yüzden böyle yaptım’’ dedi ifadesinde. Öldüresiye dövdüğü kadını neden dövdüğünü açıkladı. Ancak öncesinde defalarca tehditleri nedeniyle şikayet edildiği halde hiçbir ceza almamıştı.
İstanbul Sözleşmesi yaşatır mı? Kadına şiddet olaylarına yükselen bir ivme kattığı düşüncesi nasıl bir muammaysa, benim için buna inananların sözlerini psikolojik bir şiddet olarak algıladığım gerçeği de bir o kadar aşikar. Çünkü bunu söyleyip beni tatmin edecek başka bir şey söyleyemiyorlar. Neden aşikar biliyor musunuz? Çünkü boşluk kabul edilemez. Siz kadına şiddete karşı aktif politikalar üretmediyseniz; olanı feshetmemeli, bağlayıcılığını devam ettirmelisiniz. Yerine koyacağınız bir politikanız yoksa aradaki boşluk kabul edilemez. Ben etmiyorum.
Fransız Le Monde dergisinin Kasım 1933 tarihindeki kapağında şu sözler yazılıdır, Türk kadınlarının fotoğrafının üzerinde: Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Yılında Türk kadını dünyanın aynası…
Aynı Le Monde derginin 1935 yılında ise kapağında bu kez Fransız kadınları vardır. Fransız kadınları diğer Avrupa ülkelerindeki kadınlar gibi verdikleri yoğun mücadelelerin sonunda, ancak 1946 yılında seçme ve seçilme hakkına kavuşabilmişlerdir. Türk kadınları ise bu hakka 1930 yılında sahip olmuşlardır. Yani Avrupa’nın en önemli ülkelerinden Fransa’dan tam 16 yıl önce…
Ülkemizde şiddet mağduru kadınlar seslerini duyursa bile, yeterli kararlar alınamıyor. Alınamadığı için de bulundukları her yer tehlikeli ve güvensiz bir hale geliyor. Uzaklaştırma kararları, kadın cinayetlerini önlemek için yeterli olmuyor. Şiddet failleri önlerinde bir engel olmadıkça tehdit, şantaj ve şiddet için daha çok cesaret buluyor.
Medeni Kanuna göre kadın ve erkek eşittir.
Peki bu ülkede gerçekten eşit mi?
Ya da şöyle sorayım, size göre eşit olmadığı için mi? Farabi ne güzel söylemiş: Bazıları uyanıkken de bir şey görmez…
Eren Baskansu Eyüpoğlu