Prof.Dr. Mustafa Erkal
“Rahmetli Türkeş silahlı bölücü terör çeşidine olduğu kadar, Türkiye’yi Türk kültürünün hakim kültür olmaktan çıkaracak, coğrafyanın vatansızlaştırıldığı bir mozaik veya çokkültürlülük şeklinde ele alınmasına dönük silahsız bölücü teröre de karşı idi…”
Rahmetli Türkeş’i tanımak, onunla aynı idealleri, fikirleri ve heyecanı paylaşabilmek bir Türk aydını için en büyük şereftir. Kendisini 1960’lı yılların sonlarında tanıma şansına sahip oldum. Hangi açıdan bakarsak bakalım 2000’li yıllarda eksikliğini sürekli hissediyoruz.
Meslektaşım ve ağabeyim İ.Ü. İktisat Fakültesi Sosyoloji ve Metodoloji Araştırma Merkezi öğretim üyelerinden rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz ile yine Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan idealist insan İ.Ü. Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun bu tanışmada büyük payları olmuştur.
O tarihlerden bugüne çok çileli, inişli, çıkışlı günler geçirmesine rağmen, rahmete kavuştuğu ana kadar Alparslan Türkeş davasına ve Türk Dünyasına olan kalbi bağlılıktan, Türk milliyetçiliğinin bayraklaşan ismi ve lideri olmaktan bir an bile uzak durmamıştır.
Aslında O, devletin yapması gereken bir kamu hizmetini yerine getiriyordu: Türk gençliğine sahip çıkmak, ona rehberlik yapmak ve geleceğin teminatı olan gençleri Türklük aleyhine faaliyet gösteren mihraklardan uzak tutmak için gerekli uyarıları yapmak ve onlara milli kimliklerini hissettirmek, vatan sevgisini aşılamak.
Bu ulvi gaye ve hizmet yolunda kendini etnik özürlü gören, Türk milletine mensup saymayan, zihinleri aşırı sol ideoloji veya siyasi ümmetçilik ile işgal edilmiş ve dondurulmuş çevrelerce devamlı saldırılara, haksız ithamlara hedef oldu. Türk toplumuna kendisi ve Türk milliyetçileri demokrasi düşmanı şiddet yanlısı ve aşırı uç olarak takdim edildi.
Aşırı uçlar şeklindeki yaklaşım zihinlerde sürekli bulanıklık ve belirsizlikler yarattı. Bu şekildeki bir takdim bazılarının belki siyasi çıkarlarına ve siyasi geleceklerine hizmet ediyordu ama Türkiye’nin menfaatleri ve geleceği ile taban tabana zıttı. Yeri geldiği zaman kendilerine demokrat sıfatını uygun gören, ancak içlerine bir türlü demokrat olmayı sindirememiş bazı yazarlar, siyasiler ve bazı özel kanal programcıları hep rahmetli Türkeş’i kötülediler ve karalamak istediler.
Aslında bunlar bindikleri dalı kesiyorlardı. Anti devletçi ve anti milliyetçi tahriklerle ve yönlendirmelerle vakit geçiren bazı yayın organları daha çok yurt dışından güdümlenen bazı merkezlere hoş görünme gayreti içindeydiler.
Bunların bir kısmı ise bugün gerçekler önünde mahcup oldular ve partilerüstü bir politika izleyen, milli endişe ve hassasiyete sahip, demokrasiyi mutabakat ve işbirliği olarak anlayan bu büyük insanın manevi huzurunda adeta günah çıkarmakla dikkat çeker oldular.
Peki, Türkiye’nin günahı neydi? İnsanları neden yanlış kamplara sürüklediler? Milliyetsizliği, vatansızlığı, devletsizliği hedef alan sağda ve aşırı solda yer alan bazı çevreler doğruların ve gerçeklerin yanında yer almayı neden bu kadar geciktirdiler?
İdeolojik çatışmaların ön plana çıkarıldığı soğuk harp döneminin bitmeyeceğini mi zannettiler? Türk milliyetçiliğine dost olacak insanları düşman haline getirdiniz ve kendi toplumu ile kültürü ile yabancılaştırdınız. Eğer, geç bile olsa, bugün bu soruların cevabı bazılarınca doğru olarak ortaya konmak eğiliminde ise, bu gelişme bile ülke için bir kazançtır.
Ülkemizde dikkat çeken bir yanlış da milliyetçilik ile ırkçılığın maksatlı olarak birbirine karıştırılıp milliyetçileri suçlama alışkanlığıdır. Milliyetçilik kültürel değerlere bağlı (endeksli) bir kavramdır. Irkçılık ise; sosyal olayların sebep ve sonuç ilişkilerinde biyolojik ve genetik özelliklere bağlı kalmaktır. Milliyetçilik kendi milliyeti dışındakileri aşağılamak, dışlamak değil; başkaları ile Dünyayı eşit, adil, anlamlı ve istismar edilmeden paylaşabilecek şuur ve olgunluğa erişmedir.
Tarihte sürekli olabilmenin garantisidir. Rahmetli Türkeş de ırkçılıkla milliyetçiliği ayıran milliyetçi bir liderdir. Bizim kültürümüzde ırkçılık virüsü bulunmamaktadır. Eğer varsa farklılıklar üzerinde birlik arama prensibi hakimdir.
Ancak kendi kendini inkar edip egemenlikten vazgeçip egemenliği paylaştırmak da yoktur. Milliyetçilik konusunda son yıllarda değerini daha çok anladığımız Mustafa Kemal Atatürk “bizim milliyetperverliğimiz, başka milletleri küçümsemeyen, mağrur olmaya yer vermeyen bir milliyetçiliktir. “ şeklinde milliyetçiliği yorumlamaktadır.(1) Milliyetçilik ne bir tören malzemesi, ne dışa kapanma, ne de duygusal düşmanlıktır. Aslında isteseniz de dünyaya kapanamazsınız. Milliyetçilik, bir ideoloji değil; o sürekli ülke yararına çalışan bir pratiğin adıdır. Milliyetçilik, öncelikle Türk milletine mensup olma şuurunu paylaşmaktır.
Aslında milliyetçilik ne dışa kapanmadır; ne sadece duygusallık, ne de basit bir düşmanlıktır. Dış politikadan ekonomiye ve çevreciliğe kadar ülke çıkarlarını koruyarak geliştirmek şuur ve olgunluğudur. Genelde kabul edildiği gibi çağımızın yükselen bir değeridir. Belirli bir tavır alışlar bütünüdür. Kendi milliyeti dışındakileri aşağılamak ve dışlamak bize yabancıdır.
Milliyetçilik duygu ve şuuru herhangi bir sınıfın, tabakanın, etnisitenin, sosyal grubun ve bir dönem Batı’da olduğu gibi şehirlilerin (burjuvazinin) tekelinde olamaz. Bundan dolayı göreceli bir anlayışla Türk Milletini burjuvazinin gelişmesinden doğan bir geçiş toplumu olarak vasıflandıramayız.
Türk milliyetçiliği bir seçkinler hareketi de değildir. Hangi sosyal sınıfa, etnisiteye, mezhebe, bölgeye mensup olursa olsun; fertlerin ülke çıkarlarına sahip çıkabilmeleri, milli menfaatlerden vazgeçmeme şuuruna sahip olmalarıdır. Mesleği, etnisitesi ve statüsü ne olursa olsun…(2) Rahmetli Türkeş’i cahilce ırkçılık ile suçlayanlar ya ırkçılığın ne olduğunu bilmemekte ve buna şahit olmayanlardır, ya da milliyetçiliği kendileri ve işbirlikçileri için engel olarak görenlerdir.
Bu bakımdan milliyetçiliğin Batılı tanımları Türk tarihindeki tanıma uymamaktadır. Doğu toplumlarında ve Türk milletinde Çin’e karşı milliyetçilik yapılmak zorunda kaldığımız çağlarda Orhun Abidelerine kazıldığı gibi ne Doğu’da ve ne de Batı’da ne burjuvazi, ne de kapitalizm vardı. Sosyal bilimlerde konulara itibari (göreceli, relativist) yaklaşma geleneği ve mecburiyeti vardır. Bu anlayış bizi basit ve kolay genellemelerden uzaklaştırır.
Milliyetçilikle demokrasi arasında yakın bir ilişki vardır. Demokrasi sosyolojik açıdan kalabalıkların rejimi değil; neden ve niçin bir arada bulunduklarının şuuruna sahip, bazı farklara rağmen; ortak mutabakatları gelişmiş milletleşmiş toplumların rejimidir.
Demokrasinin gelişmediği bölge ve ülkelerde milliyet yerine etnik ve mezhep şuuru öne çıktığından milletleşme sağlanamaz ve yabancı işgallere karşı Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi direnilemez. Çünkü bu gibi toplumlarda etnik ve mezhep çatıştırmaları sürekli haldedir. Bu bakımdan milletleşme demokrasinin alt yapısını oluşturur.
Sadece bir parçayı esas alan etnikçilik ve mezhepçilik yapan gruplar bütünü reddettikleri için demokrasi ile de çelişirler. Böyle gruplardan meydana gelen toplum yapısı tamamlanmamış devlet ve kararsız toplum manzarası çizerler.
Değerli bilim adamı Erol Güngör bu konularda bize ışık tutmaktadır. O’na göre, Türk milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olmasıyla da otoriter idare sistemlerini reddeder. (3) Türk milliyetçiliği değişik sistem ve rejimlerle özdeşleştirilemez. Türk milliyetçiliği ifadesi Orta Asya’da taşlara kazınırken insanlık tarihi henüz ne faşizmi; ne de nasyonel sosyalizmi tanıyordu. Bunlardan alacağımız herhangi bir tarihi ders de yoktur. Milletten ırkı ve ırkçılığı anlayan ve milliyetçiliği reddeden siyasi ümmetçilerin yanlışlarına düşmemek gerekir. İslam ümmeti farklı milli devletlerden meydana gelir.
Türk milletine mensubiyet şuuru ile İslam alemine mensubiyet birbiriyle çelişmez. Bunlar farklı şeylerdir. Bu konuda İskender Öksüz’ün bir eserinde konuya yaklaşımı dikkat çekicidir: “…milleti ırka eşitleme gayretindeki bir başka grup da siyasi ümmetçilerdir. Onların kelime haznesi cahiliye döneminde kavim denilen klancı kültürle sınırlı olduğu için milleti klana, klanı da ırka eşitlerler. “(4) Bu çarpık anlayışın sonucu olarak bazıları Türkiye’de sadece Türk milletinin bulunmadığını, başka milletlerin de bulunduğunu söyleyebilirler. Türkiye sadece Türklerin değildir ifadesi de bu çarpıklığın bir sonucudur.
Önemli fikir adamlarımızdan ve maalesef ırkçılıkla suçlanan Nihal Adsız ve kardeşi Necdet Sancar “biz laboratuvar ırkçısı değiliz; Türk, Türk ırkından gelenlerle en az Türk ırkından gelenler kadar kendini Türk hissedenlere denir” şeklinde açıklama yapmışlardır.(5) Maalesef ülkemizde insanları kolay etiketleme görülmektedir. Kişilerin yazdıkları ve söylediklerinden çok kulaklara fısıldanan peşin hükümlü yönlendirmelerle insanlarımız birbirinden istifade edemeyecek ölçüde uzaklaştırılmıştır. Biz ve onlar şeklindeki kısır bir ayırımcılık daima süre gelmiştir.
Rahmetli Türkeş Türkiye üzerindeki oyunların farkında olan, günlük olaylara göre yön çizmeyen, ufku geniş, teröre karşı alınacak tedbirlerin de ülkeden ülkeye değişebileceğini düşünen bir devlet adamıydı. Türkiye’deki terörün kaynağını ne demokrasi eksikliğinde ve ne de bölgesel az gelişmişlikte görüyordu. Hedef dün Osmanlıydı bugün de T.C.’dir.
Türkiye’nin üniter yapısını, toprak bütünlüğünü, milli devlet anlayışını hedef alan Sevr hayranlığı bazılarında nüksetmişti. Kendilerine dış destek de ihmal edilmiyordu. Sorunların çözümlerinde de kolay ve basit genellemelere ve taklide gidilmemesi gerektiğine inanırdı. Rahmetli Türkeş Kürtleri asla temsil etmeyen onun bunun oyuncağı terör örgütü ile halkı ayırmanın gerektiğine inanırdı.
Rahmetli Türkeş Türkiye içinde ve dışında, Türk Dünyasında Türklük ailesinin “aile reisi” idi. Bundan dolayı gerek Azerbaycan’da, gerek diğer Cumhuriyet ve Türk topluluklarında resimleri milli liderlerle beraber duvarlara asılan insandı. Türk Dünyasını ayağa kaldıran ve “Dünya Türklüğünün Zaferi” davasını siyasi alanda da kucakladığı için ismi ölümsüzleşmiştir. Sovyetlerin milliyetler politikasını parçalayan bir mücadele adamıydı Sayın Türkeş.
Sovyetleri iyi tanıdığı gibi sözde dost ve müttefik ABD’yi de orada görevi dolayısıyla bulunduğu süre zarfında yakından tanıma fırsatını elde etmişti. Yıllardır Türk olmadıkları konusunda telkinlere maruz kalan ve alfabeleri bile farklılaştırılan kardeş Türk ülkeleri 1980’li yılların sonlarında bu yanlışı daha iyi anlar hale geldiler. Maalesef bazı tepedeki devlet adamlarımıza rağmen, Dünya bloklaşırken, küreselleşmeyi tartışırken, kimsenin Türk Dünyasının kültürel, sosyal ve ekonomik işbirliğinden kuşku duymaması gerektiğini haykıran ve bunu hemen, hemen her “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”nda dile getiren yine rahmetli Türkeş idi. Kendisi, kendilerini Türk olarak hisseden herkesin tabii lideri idi.
Bilhassa son senelerde büyük ilgi görmesi, büyük ölçüde Türk kimliğine sahip çıkmasından, etnik ve mezhep tuzaklarına karşı toplumu uyarmasından ve milli birlik ve bütünlüğümüz konusundaki tavizsiz, hassas tutumundan kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Türk Dünyası ciddi, vakur, mutabakat arayan milli menfaati ön plana çıkaran Devlet adamı tipini Sayın Türkeş’de buluyordu. Çünkü kendisi tesadüflerle politikaya soyunmuş, her şeyi dolarla ölçen “Türk dediğin nedir ki” diyebilecek kadar alçalan bir devlet başkanı tipinden çok çok uzaktı. Ancak, Türkiye maalesef bu çizgide olan devlet adamlarını ve Cumhurbaşkanlarını gördü.
Türkeş’e göre, en kötü demokrasi, demokrasi dışı rejim örneklerinin hepsinden iyidir. Buhran dönemlerinde rejimin korunması ve güçlendirilmesi yolunda gönüllü olarak ortaya çıkışı, siyasetin kamplaşma değil, uzlaşma ve mutabakat yollarını açabilme, birbirine tahammül edebilme, sadece şikâyet değil, çözüm üretebilmek olduğunu göstermek içindir.
Bir siyasi partinin varlık sebebi ve gerekçesi, kendisine muhalif bir partinin veya partilerin bulunmasında aranmalıdır. Bir fazilet rejimi olan demokrasi, hem iktidara hem de sorumlu muhalefete ihtiyaç duyurur.(6) İşte, sorumlu muhalefet nasıl yapılır sorusunun cevabını kendisine yıllarca faşist diye saldıran psikopatlara karşı bizzat Türkeş vermiştir.
Aslında ortaya çıktığı kadarıyla faşist sıfatı aşırı sola mensup olmayan ve ülkeyi ele geçirmede engel görülen herkese takılan bir sıfattı. Son senelerde rahmetli Türkeş’in tavır ve düşüncelerinde değişmeler olduğu iddialarını ortaya atanlar, kendi yanlışlarını ve yanılgılarını gizlemek ihtiyacını duyanlardır. Türk milliyetçileri ne 1940’lı yıllarda, ne de 70’li ve 80’li yıllarda yanıldılar. Kendilerinin değiştireceği ne bir cümle ne de bir paragraf var; ancak kitap ve makalelerinde çok değişiklik yapmak zorunda olan insanlarımız var.
Tarih milliyetçileri haklı çıkardı. Ancak, bazıları bu ülkeye zaman kaybettirdi, kaynak israf ettirdi ve bazı gençlerimizi yanlış adreslerde kurtuluşu arar hale getirdi. Oysa çözüm ve reçete mutlaka içeride insanların birbirinin boğazına sarılmasından ve ideolojik kavgalarla aslında emperyalizme alan açan sınıf çatışmalarından, pratiği gelişmemiş teorik iddia ve ideolojilerden geçmiyordu. İnsanlık tarihi milli menfaat çatışmalarının ve inancın, imanın gönüllerden silinememesinin tarihi idi.
Milli şuur ve Türkiye sevgisi Türk milliyetçilerine 1990’lı yıllarda mutabakatları geliştirmeyi, milli birliği güçlendirmeyi emrettiği için Başbuğ Türkeş’in önderliğinde onlar barışçı, özverili ve hoşgörülü bir tavırla zihinlerini kavgadan yana koyanları uyandırmak istiyorlardı. Onları yanlış anlamada ısrar edenlere rağmen…
Türkiye’nin sosyal yapısının siyasete akseden bir yanı da karizmatik lider arayışıdır. Bu bakımdan, birçok lider ve siyasetçide karizmatik özelliklerin bulunduğu varsayılır veya o kişiler böyle tanıtılır. Oysa Türkeş’in böyle varsayımlara ve yakıştırmalara ihtiyacı yoktu. Siyasi tarihi iyi bilen, tecrübeli ve bilgili ve liderlik özelliklerine sahip bir kimse olarak siyasette gündemden hiç düşmeyen niteliği ile farkları anlaşılan bir liderdi. Başında bulunduğu MHP’nin siyasi tesirliliğinin aldığı oyla mukayese edilemeyecek ölçüde olmasında bu karizmatik özellik ortaya çıkmaktadır.
Rahmetli Türkeş’in yurt dışında yaşayan, bir zamanlar çalışmak için Avrupa ülkelerine giden Türklerle ilgisi devamlı olmuştur. Bu ülkelerde artık “misafir işçi” olmaktan çıkıp ev sahibi ülkelerin “etnik bir unsuru” haline gelen, yabancı düşmanlığına konu olan, son yıllarda da İslamifobiden etkilenen vatandaşlarımızın çeşitli meseleleri ile sık, sık ilgilendiğini biliyoruz. Nitekim, yurt dışında yapılan kurultaylar, açık oturum ve konferanslar bunun bir örneğidir. Bugün bu faaliyetlere zaman, zaman katılmış olmaktan da büyük mutluluk duyuyorum.
Teröre “Kürt Sorunu” olarak bakıp onu başka amaçlar için kullanmak isteyenlerin, bölücü terörü Kürt sorunu olarak takdim ettikleri bilinmektedir. Her Türk vatandaşına karşı olan bölücü terörün etnik bir kimliğe büründürülerek ortaya konmak istenmesi, başta Türkeş olmak üzere, Türk milliyetçilerinin dikkatini çekmiştir. Türkiye’nin bir terör sorunu olduğu, bir kürt sorunu olmada yeterli ve haklı gerekçelere dayanılmadığı sık sık ifade edilmiştir.
Rahmetli Türkeş silahlı bölücü terör çeşidine olduğu kadar, Türkiye’yi Türk kültürünün hakim kültür olmaktan çıkaracak, coğrafyanın vatansızlaştırıldığı bir mozaik veya çokkültürlülük şeklinde ele alınmasına dönük silahsız bölücü teröre de karşı idi. Aslında mozaik ve çokkültürlülük iddiaları Anadolu coğrafyasında Türk kültürünü hakim kültür olmaktan çıkarma amacı gütmektedir.
Unutulmamalıdır ki, Kürt sorunu Kürtlerin değil; dün Osmanlı’ya bugün de T.C. karşı onları kullanmış olanların, yabancılaşmış ve devletiyle başkaları adına kavgalı bazı sözde aydınların ve sıkışınca yabancı ülkelere sığınan işbirlikçilerin müzmin sorunudur.(7)
2000’li yıllar iki ayrı virüsle tanışmıştır. Dünyada binlerce insanı ölüme sürükleyen korona virüs; ikincisi ise; önü açılan milli devletlerin önüne koyulan çokkültürlülük tuzağıdır. Milli devletlere ve Türkiye’ye dayatılmaya çalışılan bu önemli tehdit ve tehlikeye karşı hashas olmak durumundayız. Çokkültürlülük telkin ve dayatmaları ise; önü açılmış milli devletleri anayasalarına musallat edilen bir virüstür. Çokkültürlülük küreselleştirmenin ideolojisidir.
Küreselleştirme ise; çokuluslu şirketlerin ideolojisidir. Bu virüs milli devletlerin altını oyucu, sosyal yapıyı bozucu, ülkeleri ufalayıcı, milli kimliği dışlayıcı, kurucu unsuru reddedici, dış tehditlere karşı milli gücü direnemez hale getiren sinsi bir virüstür. Hedef alınan her bir ülkeye bulaştırılabilir.
Neticede ülkeler bağımlı-bağımsız hale sokulup egemenlik haklarına, toprak bütünlüklerine el konulabilir. Önü açılan milli devletlere çokkültürlülük dayatması “ufalan da gel” şeklinde bir telkin ve zorlamadır. Bu dayatma demokratikleşme iddialarıyla kamufle edilmekte ve sözde birlikte yaşama adına kurulan bir tuzaktır. Çokkültürlülük bir dönem bazı Batılı ülkelerin kullandığı bir politikadır. Ancak ümit edilen eritme gerçekleşmediği görülünce yabancı kaynaklı nüfusun iç bünyede sorunlu hale gelmesi, gettolaşması gibi sebepler Batılı bazı ülkeleri çokkültürlülük anlayışının bir çözüm olmadığı noktasına getirmiştir. Bilhassa Almanya ve Fransa’da bu tecrübeden şikayetler artmıştır.
Çokkültürlülük demokrasinin bir gereği olan çok seslilik değildir; yasal yoldan bir devletin vatandaşlarını birbirine yabancılaştırması, hukuki ve siyasi anlamda ötekileştirmesidir. Bir bakıma siyasi tanımasıdır.(8) Milletleşme gerçeğini reddeden bazı sağ kesimlerin ve aşırı sol ideolojiden artık ümidini kesenlerin sığındığı etnikçi, parçacı bir yaklaşımdır. Burada hedef birçok ülke olduğu gibi bizim için Türkiye ve aynı zamanda Türk Dünyasıdır.
Oldukça homojen sosyal yapılarda çokkültürlülük tezleri bir çatışma kaynağı olurken karmaşık ve heterojen yapılarda ise güç kaynağı rolü oynamaktadır.
MHP Türk siyasetinde yeri doldurulamaz ve farkı her yönden kendini belli eden bir siyasi okuldur ve önemli bir hareketin ismidir. Merkez sağ partilerin çözüm olamayacağı görüşlerinin yaygınlaştığı bir dönemde, bu partilerden MHP’ye doğru bir kayma beklenebilir. Merkez sağ partilerin Türkiye’nin bugünkü siyasi ortamında çekiciliği donmuştur.
Böyle bir ortamda nehri ters tarafa akıtmaya çalışmak ve bunun için gayretler göstermek yerine, sağ olarak ifade edilen yelpazenin belirli bir kısmında gerçekleri görerek, MHP gerçeğini hesaba katarak politika yapmak, herhalde “MHP’den bize ne gelir” gibi hayallerle uğraşmaktan çok daha doğru olabilir. Sağ kitle partilerine düşen görev, yanlış karta kumar oynamak değil, ileride doğabilecek siyasi işbirliği imkanlarını bugünden ortadan kaldırmamak olmalıdır.
Yayınlanan kitaplarım dolayısıyla daima ilgi ve desteğini gördüğüm, her bir hitabıma teşekkür mektubu gönderme nezaketini gösteren, Türkün ölümsüz Başbuğ’una Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. O bir bayraktı, yaşayacak ve yaşatılacak. Ne mutlu çizgisinden hiç sapmadan onu sürdüre bilenlere …. Ne mutlu Milli Mücadeleyi Atatürk’ün Başkomutanlığında yapan ve Milli Devleti kuranlara; ne mutlu aziz Türk şehitlerine layık olabilenlere…
Kaynak Yeniçağ: Alparslan Türkeş’in ardından / Prof.Dr. Mustafa Erkal