Geçenlerde bir yazı okudum,
2. Abdülhamid’i tahttan indirenleri çeşitli yakıştırmalarla
dinsizlikle, suçlu ilan ediyor, Abdülhamid’i yere göğe sığdıramıyor
tarihi gerçekleri keyfine göre eğip büküyor…
Abdülhamid’in tahttan indirilmesini günümüze yorumlamaya çalışıyor
ve en nihayetinde gerçek niyetini belli edip
iktidar savunuculuğu yapıyor.
Bu söyleyecek bir sözüm yok elbette ama
benim diyeceğim tarihi gerçeklerin eğilip bükülmesine
o günlere bilinen adıyla 31 Mart ayaklanmasına gitmek gerek…
Tek bir toprak parçası kaybetmedi denilen padişah
yanında her daim silah bulunduran
‘ispiyonculuğu’, istihbaratı, o günkü adıyla jurnali
ülkenin dört bir tarafına yayan padişah kimdir,
o ayaklanma öncesi ve sonrasında neler olmuştur
iyice bilmek, vatandaşı yanlış bilgilendirmemek gerekir.
2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine sebep olan
31 Mart ayaklanması nasıl başladı?
Düğmeye rumi 31 Mart 1325 yani
miladi 13 Nisan 1909 gece yarısı basıldı.
Avcı Taburuna bağlı askerler subaylarını bağladı,
silah kuşandı ve gece 02:45’te kışlalarından çıktılar.
1 saat sonra da Sultanahmet’e gelerek meclisi kuşattılar.
Ellerinde yeşil bayraklar vardı,
“Şeriat” isteyenleri kendilerine destek olmaya meydana çağırıyorlardı…
Ayaklanmanın başını;
Arnavut Hamdi Çavuş,
Bölük Emini Mehmet ve
Kamacı Ustası Arif çekiyordu.
Bu isyanı isteyenlerin çoğu cahil denebilecek askerlerdi,
isyancıların istekleri;
Şeriatın uygulanması
ayaklanmadan sorumlu tutulmamaları,
alaylı subayların iadesi ve
Sadrazam, Harbiye Nazırı, Meclis Başkanı ve de bazı komutanların istifasıydı.
Lavkiye Milletvekili Arslan Bey’i öldürdüler,
Adliye Nazırı Nazım Paşa’yı da…
Meçhul cinayetler işleniyor,
isyancılar gördükleri mektepli subayları katlediyorlardı…
Halk korku içinde ölümlerin artmasından endişe duyuyordu.
Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da korku hakimdi.
Hükümetin ise bu ayaklanmaya tepkisi çok ‘yumuşak’ olmuştu!..
İsyanı zorla bastırma talebi padişah tarafından geri çevriliyordu.
Halbuki 1. Ordu tam donanımlı ve padişaha bağlıydı.
Padişah orduyu harekete geçirmeyerek adeta kaderine razı geldi ve
isyancıların bazı isteklerini kabul etti.
Fahrettin Altay Paşa’nın anlattıklarına göre;
“Ayaklanma sadece İstanbul’da değil,
Erzurum ve Adana’da da harekete geçmişti.
İsyan çıkar çıkmaz yabancı devlet komutanları Akdeniz ve Karadeniz’de görülmüştü”
Öte yandan Rumeli, İttihat Terakki’nin en güçlü olduğu yerdi,
Selanik’te ayaklanma şiddetle kınandı.
3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa başkanlığında yapılan toplantı sonrası
Rumeli’den gönderilecek bir orduyla ayaklanmanın bastırılması kararlaştırıldı.
Bu orduya Mustafa Kemal “Harekat Ordusu” adını verdi.
Ordunun başına Hüseyin Hüsnü Paşa,
Kurmay Başkanlığı görevine Mustafa Kemal getirildi.
Daha sonra Mahmut Şevket Paşa ordunun başına geçti ve
Kurmay Başkanlığı görevine de Enver Paşa’yı geçirdi.
Hükümet ve İngiltere ordunun Rumeli’den çıkışını durduramadı.
Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu isyanı kısa sürede bastırdı.
İsyanın başında yer alan isimlerden Derviş Vahdeti ve
Prens Sabahattin yakalandı, prens daha sonra serbest bırakıldı.
22 Nisan 1909’dan beri Yeşilköy’de toplanan meclis,
isyanda rolü olduğu gerekçesiyle 2. Abdülhamid’i tahttan indirme ve
kardeşi 5. Mehmet Reşad’ı tahta çıkarma kararı aldı.
Yani padişahı tahttan indiren meclis oldu.
Peki, gerekçe neydi?
Meclis’in ilk gerekçesi; ayaklanmaya sebep olduğu iddia edilen
kitap ve dergi yayınlarında çok ağır uygulamalar yapan ve her satırı takip altına alan
padişah ve hükümetin fetvasıyla bazı dini kitapların da
yakılarak imha edilmiş olmasıydı.
Sultan Abdülhamid, Sünni İslâm dünyasının en muteber hadis kitabı olan
“Sahîh-i Buharî” isimli eseri gayet şık bir şekilde yayınlatmıştı.
Ama, bir iddiaya göre, eser daha piyasaya verilmeden önce içerisinde
“Halka zulmeden idarecilere karşı ayaklanmak haktır”
şeklindeki bazı hadislerin bulunduğunu görmüş,
bu hadislerin muhalifleri tarafından aleyhine kullanılabileceğinden endişe duymuş,
hadislerin yazılı olduğu sayfaları yırttırmış ve
eserin bazı ciltlerini de yaktırarak imha ettirmişti.
Elmalılı Hamdi Efendi‘nin kaleme alıp
Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi‘nin imzaladığı
“Hal Fetvası”nın temelinde, işte bu suçlama vardı.
Fetvada “Müslümanlar’ın imamı olan kişi muteber dinî kitapları yırtıp yakarsa”
dendikten sonra başka iddialar da sıralanıyor ve
metnin sonunda “Bütün bu işleri yapan kişiye tahttan feragat teklif edilmesi yahut o kişinin tahtından indirilmesi vacip olur mu?” diye soruluyor ve “Olur” cevabı veriliyordu.
Öte yandan medrese öğrencilerinin askere alınmak istemesi de
bu ayaklanmayı tetikleyen unsurlardandı.
Anlaşılacağı üzere 2. Abdülhamid’in 33 yıllık saltanatına son veren
dini kitapların yaktırılması olmuştu.
Meclis, alınan kararın padişaha takdimi için bir heyet oluşturdu.
Selanik Mebusu Emanuel Karasu da bu heyetteydi ve
yaşadıklarını daha sonra Alman Frankfurter Zeitung’un
İstanbul muhabirine anlatmıştı.
“Abdülhamid sürekli olarak silah taşımaktaydı ve
bir suikastten korktuğu anda bunu kullanmaktan çekinmeyecekti.
İyi bir nişancı olarak tanındığından kendimizi korumak için
tabancalarımızın kınını açtık.
Bu bize güven verdi…
Eğer sultan bize silah çekerse, kendisini
birkaç saniye içinde öldürecektik!…”
Durum bundan ibaretti.
Biri tahttan indirilen ve biri öldürülen iki seleften sonra
padişah olan Sultan 2. Abdülhamid’in defalarca tahttan düşürülme tehlikesi,
suikast korkusunu doğurdu.
Abdülhamid’in defalarca tahttan düşürülme tehlikesi ve
suikast girişimi atlattığı biliniyor ki,
en meşhuru 1905 yılındaki
Cuma Selamlığı çıkışında yaşanan Bomba Vakası‘dır.
Ablası Seniha Sultan bile Çırağan’daki diğer ağabeyini
tahta geçirmek için kendisini devirme komplolarına girişmişti.
Bu olaylar onu en yakın çevresine karşı sürekli tetikte ve
şüphe içinde olmaya sevk etti.
Tahttan indirildikten sonra dahi suikast teşebbüsleri oldu.
Selanik’teyken muhafız zabitlerden Kürt Salim kendisine kurşun sıkmıştı.
Karasu’nun anlatımına göre, Saray‘daki görüşmenin seyri bundan sonra şöyle cereyan etmişti:
“Sıkıntılı bir sessizlik başlamıştı,
Abdülhamid’in konuşmasını bekliyorduk.
Kelimelerinde karşı gelme veya bir savunma havası hissedilmeyip, aksine korkaktı.
Kısık bir sesle, “ve benim hayatım?” diye sordu.
Esad Paşa bu soruya şu şekilde cevaplanmıştı:
“Millet asil ve âlîcenaptır. Senin hayatın hakkında hiçbir karar almamıştır.”
Sultan birkaç dakika düşündükten sonra sanki
kendi kendine konuşurcasına yavaşça tekrar konuştu:
“Bu hep böyledir.”
Bana baktı.
Ben ise ona şunu söyledim:
“Milletin âlîcenaplığını ümit etmekten başka bir hakkın yok.”
Bunun üzerine Sultan şöyle konuştu:
“Benim ailem? Şu askerler? Benim hayatımı koruyacağınıza yemin ediyor musunuz?”
Esad Paşa’nın cevabı,
“Milletin bugüne kadar senin hayatına karşı hiçbir kötü niyet taşımadığını, sana garanti ediyorum”, şeklinde olmuştu.
Daha sonra “egoistçe” bir düşünceyle “endişeli” bir tonla tekrar sordu:
“Hayatımı nasıl idâme ettireceğim? İki günden beri çok az uşağım var.
Beslenmem henüz garanti edilmedi.
Kadınlarla birlikte yaşamak zorundayım.
Çırağan Sarayı’nda oturmama müsaade edilmesini, milleten rica ediyorum.
Orada doğdum ve kardeşim Murad orada benim bakımım altında
30 yıl boyunca hayatını sürdürdü.”
Yarı açık pencereden Çırağan Sarayı’nın kubbesini göstererek, şöyle devam etti:
“Kimseye görünmeden bahçelerden geçerek Çırağan’a gidebilirim.
Arif Paşa yolu biliyorsunuz.”
Arif Paşa herhangi bir cevap vermemişti.
Sultan daha sonra Çırağan’da Sultan Murad’ın oğlunun oturduğunu hatırladı ve şunları ekledi:
“Fakat, iki haremin iç içe olmaması için, yeğenim sarayı terk etmeli.”
Buna kimse cevap vermedi.
Bundan cesaret alan Sultan uygun kelimeler bularak mazisini haklı çıkarmaya çalışmıştı.
“Millete iki güzel hizmette bulundum, fakat halk bunu tanımadı.
Millet Türk-Yunan Harbi’ni unuttu mu?
Kanûn-ı Esâsî’nin ilanından sonra yeminimi bozacak hiçbir şey yapmadım.
Yıldız’dan bir kurşun attırmamak suretiyle,
kan akıtmayı sevmediğimi ispat etmedim mi?
Sayısız idam cezalarını tasdik etmekten kaçınmadı mı?
Ara sıra tasdik ettiklerim ise, mutlaka ihtiyaçtan dolayı olmuştur.”
Hiç kimse buna bir cevap vermemişti.
Abdülhamid, bu sessizliğin korkunç anlamını çok iyi biliyordu.
İçini çektikten sonra son olarak şunları söyledi:
“Ne yapabilirim ki. Allah’ın dileği böyleymiş.”
Bizim bu ısrarlı sessizliğimiz karşısında Abdülhamid’i tekrar bir korku saldı.
Titrek sesle tekrar sordu:
“Benim hayatımın garanti altında olduğundan emin misiniz?
Millet bunu garanti ediyor mu?”
Küçük Abdurrahim’in bu sırada ağlamaya başlaması üzerine,
Sultan ona bakmıştı.
Kederli gözlerinde parlayan kocaman iki damla yaşı,
belki de hayatındaki ilk damlalardı, gördük.
Ağlayan genç bizi rahatsız etmişti.
Ben Sultan’a, “Senin ve oğlunun hayatı için korkma” dedim.
Bunun üzerine kendisi, “Bunu bana yemin ediyor musunuz?
Askerleriniz, Allah adına ve askerlik şerefi adına ediyorlar mı?”
Subaylar, bu konuda bir şey söyleme hakları olmadığını söylemek istercesine, bize bakmışlardı.
Bu sıkıcı konuşmayı bitirmek zorundaydık.
Zaten görevimizi yerine getirmiştik.”
Peki, Padişahı bu duruma getiren neydi?
İddia edildiği gibi kusursuz,
kayıpsız bir 33 yıl mı bırakmıştı arkasında?
2. Abdülhamid ülke yönetiminde sert bir politika takip etti.
İç politikadaki sertliği, dış politikanın seyrine göre azalıp çoğalıyordu.
Bu bir yerlerden tanıdık gelecektir!..
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı katıldığı Teke Tek programında
o dönem kaybedilen toprakları ise şöyle özetlemişti;
“Sultan Abdülhamid savaşlara girmezdi deniliyor ama
onun zamanında da çok toprak kaybettik.
Kıbrıs, Tunus gibi yerleri elden çıkardık ve hatta İran’a bile toprak verdik.
Öyle bilindiği gibi bizim Iran ile sınırımız Kasr-ı Şirin ile falan çizilmedi.”
Tarihçi Murat Bardakçı da
2. Abdülhamid döneminde bugünkü Türkiye’nin iki katı kadar toprak kaybedildiğini belirtti.
1878 yılında Sırbistan Prensliği kuruldu,
Tunus, 1881 yılında Fransızların himayesine geçti,
Bulgaristan ise 1876’da Osmanlı yönetimine karşı ayaklandı,
Kars 1877’den 1918’e kadar Rus işgalinde kaldı,
Kıbrıs, Türk Tarih Kurumu belgelerine göre 1878 yılında yönetimi İngilizlerin eline bırakıldı.
Girit’e de İngilizlerin askeri müdahalesi 1897 yılında yapılmıştı.
Yunanistan’ın Teselya’yı ilhakı,
Mısır’ın Birleşik Krallık tarafından işgali (1882),
Somali’nin Birleşik Krallık tarafından işgali (1884),
Habeş Eyaletinin İtalya tarafından işgali (1885),
Makedonya’da tedhiş hareketleri,
Kuveyt’in özerklik kazanması (1899),
Yemen İsyanı (1905),
Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi (1908)…
İşte “Toprak kaybetmedi” denilen
2. Abdülhamid’in karnesi aslında böyleydi.
Kendisi ve ailesinin güvenliğini garantiye almak adına
Türk yurdu Kıbrıs’ı, İngiltere’ye bırakan anlaşmanın arka planı da çok ilginçtir.
Hüseyin Çelik, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ali Suavi ve Dönemi” isimli kitabında
şöyle anlatmaktadır;
“Antlaşmadan kısa bir süre sonra, Sultan pişman olmuş,
Başbakan’a yazdığı bir layihada
o zaman içinde bulunduğu kötü ruh hali ve hastalığını gerekçe göstererek
konunun İngilizlerle yeniden müzakere edilmesini istemiştir.
Ancak atı alan Üsküdar’ı geçmiş,
Kıbrıs elden gitmiştir.”
Bir ilginç olay da Girit meselesinde yaşanmıştı.
Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu
Dömek’te Yunan ordusuna büyük bir mağlubiyet yaşatmış,
Türk ordusuna adeta Atina’nın yolu açılmıştı
ama 20 Mayıs 1897’de ateşkes yapıldı.
İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya baskısıyla
4 milyon tazminata razı gelen Osmanlı, Girit’i bıraktı,
adadaki Türk hakimiyeti sona erdi.
İstiklal Marşı’mızın şairi, Mehmet Akif Ersoy,
Sultan Abdülhamid’in şeriatı kendi emelleri doğrultusunda kullandığını
Safahat’ta şu dizeleriyle anlatmıştı;
“Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek,
33 yıl bizi korkuttu ‘Şeriat!’ diyerek”
Akif’e göre zulmün başı Sultan Abdülhamid idi ve
onu cani olarak nitelemekten de çekinmeyecekti:
“Mefâhir bekleyen abadan evladı hacil ettin;
Ne âli kavm idik; hayfa ki sen geldin sefîl ettin;
Bütün ümmîd-i istikbali artık müstahîl ettin;
Rezil olduk… Sen ey kâbus-i huni, sen rezil ettin!
Hamiyyetgamz eden bir pak alın her kimde gördünse,
‘Bu bir cani!’ dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.”
Akif’in, Abdülhamid’in devrilmesinden sonra da öfkesi dinmiş değildi.
Sultan Abdülhamd’i bu kez Firavun’a benzetecek ve
ağır ithamlarını sürdürecekti,
hatta Abdülhamid’e ‘kâfir’ imasını dahi kullanacaktı:
“Hele Fir’avn’ın elinden yakamız kurtuldu;
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.
Ah efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi.”
Akif, kalabalık bir kafile ile namazını dahi halktan kopuk kıldığını gördüğü
Sultan için şunları da yazacaktı;
“Kafes arkasında hanımlar gibi saklıydı Hamîd Koca şevketli!
Hakikat bunu etmezdim ümîd.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı:
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebziri aşan masrafı, dersen, sorma”
Tarih bu gerçeklerle dolup taşarken,
Türk halkının gözü adeta tozpembe bir örtüyle kapatılıyor!..
Abdülhamid’i kendine örnek alanlar, benimseyenler
önce bu gerçekleri bilmelidir.
Osmanlı’yı örümcek ağı gibi saran jurnaller nedeniyle
insanların nefes alırken bile iki kere düşündüğü bir dönem,
her türlü baskı ve yayının sıkı takip altında olduğunu!..
Onlarca kitap yazmış
isminin önüne şu ya da bu şekilde “Prof”, “yazar” takısını getirmiş
bazı sözde tarihçilerin
tarihi gerçekleri görmezden gelmesi,
kafasına göre bir tarih uydurması,
tarihi, yandaşlığına alet etmesi,
bunu kaleme alıp insanların zihnini bulandırması,
sırf Cumhuriyeti karalamak adına
İngilizlerle düşüp, kalktığı kanıtlanmış,
vatan hainlikleri tescillenmiş
İskilipli Atıf,
Mustafa Sabri’ler üzerinden
din, ecdat, padişah savunması yapması
en iyi niyetle; hadsizliktir!..
Dahası bu;
“kitaplarım daha çok basılsın”,
“okunsun”
“birtakım belediyeler beni söyleşilere çağırsın”
“popüler olayım” derdine düşmektir,
zavallılıktır…