Veryansın TV’de Dr. Yüksel Hoş’un analizine göre; görünmeyen bir el, milli projeleri, milli kurumları, milli stratejileri hedef alıyor, görünmeyen bir el, görünür felaketlere kapı açıyor. Tarım ihalelerinde çeteleşmeler yapıyor, ihale çeteleri bakanlığa ve bürokratların bozulmamış olanlarına baskı yapıyor. Ormanlarımız yanarken, çiftçinin sütüne düşük fiyat verilip çiftçi ineğini satmaya itiliyor. İnekler mezbahalara giderken et üretimi düşüyor, düşen et üretimi ile bu kez bakanlığa et ithalatı baskısı yapılıyor. Ülke kaynakları yok yere tembelleştirilip, çiftçi atıl ve çaresiz, yurttaş alternatifsiz bırakılıyor.
Bunlarla mücadele edenler medyadaki 2-3 satılmış eli ile haber yaptırılıp habere istinaden içeri alınıyor, adları lekeleniyor. Onları lekeleyenler yükseliyor ve etrafını besleyerek doyuruyor. Sistemdeki habis tümör, kendi kendisini bünyeye böyle klonluyor, ülkenin rahmine yerleşip ana bildiği Anadolu’nun kanını böyle emiyor. Bunlar oluyor ve eğer yazıda geçenlere dair ek bilgi istenirse devletimizin kurumları ile de paylaşırız. Bunlar işin hepimizi yakan kısmı. Bunların delilleri, yapılan baskıların WhatsApp görüntüleri ve daha birçok şey var. Ancak akademik açıdan ben, anlatmak istediklerimi bambaşka bir noktadan başlatarak kafanızda bir resim çizeceğim. Bu resmi bu ilk paragrafla siz sonrasında birleştirip daha genel ve sizce bir senteze gideceksiniz. O sentez, bizim var oluş meselemize dair bir sentez olacak.
Değerli dostlar…
Birazdan size bir şeyler anlatacağım. Ama yazdıklarımdan rahatsız olacaklar da olabilir. Bizim işimiz ne kurumlar ne de siyasetledir. Ben sizi yaklaşan başka bir tehlikeye dair uyarmak istiyorum. Ülkenin güneyi yani Akdeniz gerisindeki doğal siperimiz Toroslar Türksüzleşebilir! Bu sizlere fazla afaki ve distopik gelebilir ancak eğer zaman makinası olsa ve hep birlikte 1911 yazına gitsek ve oradaki insanlara, Sultan Mehmet Reşat’ın Balkan ziyaretinde etrafını saran ve ‘Padişahım Çok Yaşa’ diyenlerin ortasında meydana çıkıp, “Ey efendiler! 6 ay olmadan Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ birleşip bize savaş açacak ve Balkanları çok kötü kaybedeceğiz ve hatta burada bulunanların büyük kısmı gelecek seneyi göremeyecek, kadınları tecavüze uğrayıp evlatları vaftiz edilecek” desek muhtemelen bizleri Padişah’ın gezsini trollemekten ve onun Ali Cenap karizmalarını çizmekten dolayı hapse bile tıkabilir ya da ittihatçı pislik diye itilip bir kenarda tımarhaneye tıkabilirlerdi.
Ama oldu!
Aylar içerisinde Balkan ülkelerinden bu dördü birleşti ve eğitimli Osmanlı ordusu birliklerinin TERHİS edildiği bir anda sınırları koruyan acemi kale muhafızları ve redif askerler varken saldırdılar. Sırp ve Bulgar toplarını Edirne’de, Çatalca’da gördük. İstanbul’a gelen göçmen akını bir göçmen değil, can pazarı idi. Bizler mağlubiyetleri nedense çok çabuk unuturuz. 1500’lerdeki Mohaç’ı karşımıza getirir kendimizi boy aynasında görürüz de 1912 felaketini hiç yaşanmamış sayarız. 1878’de Abdülhamit Türkiyesi’nde Rus askerlerinin geldiği Yeşilköy ve diktikleri Zafer Abidesini de unuturuz. Bizler, felaketleri unutmaya meyilli bir milletiz. Bizler, her çiftleşmeden sonra bakire kalan karadul örümceği gibi bir zihne sahibiz. Asla bozulmuyor o bekaret. Biz hep mağrur hep muzaffer ama en fazla mağdur olabiliriz. Mağlup olmayız çünkü Türk mağlup edilemez.
Edilir. Bal gibi de edilir. Türk, unutursa mağlubiyeti o an başlatır.
Milletçe unutuyoruz. Kapütilasyonlarla ithalat ülkesi haline gelen ve ithalatlarla her kuruşunu dışarı veren, ecnebi tüccarlara ruhunu kaptıran, Anadolulunun çarıkla gezmesine sebep olan yüzyılları unuturuz. O yüzyılların üzerine kurulmuş biricik Türkiye Cumhuriyeti’nde ise şimdi yeni kapitülasyonlardan farksız olan et ithalatları, tarım ürünü ithalatları ile karşı karşıya geliyoruz.
Osmanlı’yı savaşta aç bırakan sinsi bir damar var ve olası bir savaşta ülkeyi aç bırakmaya çalışan bir yapıdır bu. Bu yapı, Anadolu’nun Aydıncık adındaki ufacık bir kasabasını, Avrupa ve Çin’e Elma ve Kavun ihracatı yapacak bir hale getiren kişileri tasfiye edip mesnetsiz iddialarla insanları hedef alıp bitiriyor. Bu yapı bizleri bir olası savaşta üç kuruşa değil üç lokmaya muhtaç etmek için var gücüyle çalışıyor. Bunu planlamış olan bir gizli el, kolay para kazanma hırsına sahip bilinçsiz ve hırslı kişilerle yapıyor.
İşte bu durum bizim yeni yüzyılda nükseden makus kaderimiz.
Osmanlı dönemindeki benzer durumu ise Çıkrıklar Durunca romanı güzel anlatıyor hepinize okumanızı öneririm. Kuruluş döneminde tasfiye edilse de özellikle ellilerden sonra kendini tekrar gösteriyor bu klik. Bu yapı çok güçlü değil ama çok sinsi olduğu için stratejilerine uygun olarak bir ithalat lobisi teşkil ediyorlar. Bu yapının tabanında da menfaat ve rüşvete dayanan bir çark var. Korumakla görevli oldukları alanlarda pasif kalarak (ben bunlara pasif hain diyorum) yasanın korunmasını öngördüğü alanlarda tahribata yol açıp sonuçta üretimi bitiriyorlar örneğin; önce ceviz ağaçların kesimi, tarım alanlarının imara açılmasına ya da işgaline göz yumulması buna örnektir. Sonra ise olayın makyajına geliniyor. Ah Bosna, vah Bosna… Bosna’dan gümrüksüz ceviz getiriyoruz, Bosna çiftçisi kazansın diye deniyor. Makyaj kısmında da götüren götürüyor haliyle. Meraların elden çıkması, dişi hayvan varlığının kesimi sık başvurduları yöntemdir. Devamında burdaki üretim açığını kapatan ithalatçılar ve bunlarla iş tutan Bürokratlar bulunur. Siyaset önemsizdir her döneme uygun pozisyon alırlar. Bugün camide bir politikacının arkasında saf tutarken yarın bir diğer politikacının oğlunun sünnetinde kadeh kaldırabilirler. Bunlar mayi gibidir bulundukları kabın şeklini alırlar. Bu klik vatansız, nesebsiz ve ülkeyi arsa olarak gören bir yabani ot, bir habis tümördür. Bunların eliyle güçsüzleşmiş olan çiftçiler yanında bir de tarım bakanlığı ile hiç işi olmayan ve yüzlerce yıldır benimsedikleri kırsal yaşamlarına devam eden dağların efendileri yörükler ve Türkmenler vardır ki onlara indirilecek darbe de muhtemeldir ki bu yangınlarla çıkarılmıştır. Buna ilerleyen kısımlarda tekrardan geleceğiz.
ÇANAKKALE SAVAŞI DÖNEMİNİN REZİLLİKLERİNİ DE ANLATALIM
Gıdanın ulusal güvenliğin önemli bir unsuru olduğu bilincini topluma yaymamız lazım. Çanakkale savaşı gibi dahilde aç kalmamızın sebebini bu topluma anlatmak lazım. Çanakkale savaşının kahramanlıkları anlatılırken o dönemdeki rezilliğimizin de anlatılması lazım. Rezillik kelimesi ağır gelmesin. Böyle aziz ve kahraman bir milleti iki lokmaya muhtaç edecek kadar rezil edenler utanmalıydı o dönemler. Yoksa biz rezil bir millet değiliz. Burada hissiyatımızın dilini tartarak vermek çok önemli ve kelimelerimi seçerek hiçbir siyasi meseleye çekilmeyecek bir konuda bir bilinç vermek için kaleme aldım bunları.
Bu yazıda yangının nasıl çıktığına dair devletimizin söylemini eleştiri olmayacak. Bölücü örgüt PKK yaptı dediler doğrudur. Çoklu yangınları da çıkarmak için helikopterle mi gaz döküp yaktılar bilmiyorum ama bu çok zor. İçişleri Bakanı sabotaj iddialarını yalanlasa da ki bu konuda haklıdır, ben, bunun çok sofistike ve teknolojik bir sabotaj olabileceğini düşünüyorum. Zaten burada bir derin projeye dair bir şeyler anlatacağım. Kimi yetkililerle görüşüp aldığım bilgileri sıralayarak. İsteyenler bu doğru değil der düzeltir. Bakanları da eleştirmiyorum ama onlar için de ölmüyorum açıkçası onlar için yaşamadığım gibi. Bir yerde zülfiyare dokunan mesele varsa onu da hoş karşılayacaklar ve olur olmaz şeylerde cevap hakkıydı yok davaydı zahmet etmesinler. Ederlerse de beni anlamak ve burada yazdıklarıma çözüm bulmaları kendilerine daha prestij kazandıracak bir iş olacaktır ki onlardan beklentimiz budur.
SİZDEN OLMAYANI SÖKÜP ATMAK…
Değerli arkadaşlar,
Burası Kafkasya. Coğrafyada yüksek sahaları ele geçirmek istiyorsanız sefer düzenler, yüksek bir ateş gücüyle dalarsınız. Ancak yüksek sahaları “ELDE TUTMAK” istiyorsanız, oralarda “SİZDEN OLMAYAN” unsurları söküp atmanız gerekir.
Ruslar, Kafkasya’da bunu yapmıştı. Kendilerinden olmayan ve Ruslara karşı savaşan Çerkesler, Nogaylar, Karaçay ve Balkar Türkleri ile Dağıstan milletlerini sürdüler. Kendileri ile işbirliğine meyilli veya mahkûm olan Çerkesler ve sıfırı tüketmiş yaralı ve aç insanlarla dolu Dağıstan köylerini ise sömürgeleştirdiler ve buralara yerleştiler. Ama Kafkasya’daki efsanevi direnişte ne oldu bilir misiniz?
1864’te sürgününe başlanan Çerkesler 1880 başlarına dek tek tük arazide direnmeye devam ettiler. Bu direniş esnasında bölgeye Rus kolonistlerin gelmesi ve Rusların bu dağlık kesimleri vatan etmesi zorlaştı, gecikti. 10-20 sene geçtikten sonra da buraya Rus ordularının giremeyeceği Jungle türü sık orman ve dikenlikler gelişti. Ruslar birçok yerde eski Çerkes köylerinin tarım yaptığı alanların kaybolduğunu ve uzun süren sürgüne direniş esnasındaki gerilla savaşında bu bölgelerin tamamen kaybedildiği için Rus kolonistlerce iç kesimlerdeki çoğu vadi ve yamacın yerleşmeye müsaitlik vasfını kaybettiğini ve bunların bulunmasının da ancak Çerkeslerce mümkün olduğunu belirtmişlerdi. O çerkesler ise Osmanlı’ya sürüldükleri için Ruslar, kıyıdaki Adler, Soçi, Tuapse gerisindeki dağlarda hiçbir zaman güçlü yerleşmeler kuramadılar. Binlerce yıldır dağların efendisi olan milletleri dağlarından ettiler ancak, ağlayanın vatanı, gülene de mal olmadı. Direnen, direndiği süre içerisinde sömürgeyi geciktirdi ve Kafkasya’nın dağlık alanları büyük ölçüde bu şekilde kurtuldu. Öyle ki onların ardından işbirliği yaparak belli bir otonomi sağlamış olan akrabaları da nisbeten yarı sömürge durumdalardır. Tam sömürge de olabilirlerdi ancak en azından özerk Kafkasya Cumhuriyetleri vardır günümüzde. Sonuçta bugün Rusya, Kuzey Kafkasya ülkelerinde büyük bir Rus nüfusa sahip değildir ve buraları işbirlikçi Kafkasyalı liderlerle elinde tutmaktadır. Dağlarda kalmanın bedeli düşmana bolca kaynak israfına sebep olmak, düşmanın moralini bozmak ve ele geçirdikleri bölgeden “kar edememek” gibi kazanımlardır. Dağlar coğrafyanın sular ve boğazlarla birlikte en mühim unsurları arasındadır. Ülkelerin sırt kemiği, omurgasıdır. Sırtını yere getirdiğiniz kişiyi esir de eder, öldürür köle de yaparsınız. Dağları ele geçirenler de ovalarda, şehirlerde, tarım alanlarında kontrolü sağlar. Dağı ele geçiren, bağdakini kovma hakkını sonuna dek kazanır.
Kafkaslar düşünce, Rus,gözünü Kars ve Erzurum’a dikti. Çünkü yüksek bölgeler doğal MÜSTAHKEM mevkilerdir. Su kaynakları ve doğal korunaklı alanlardır.Zor yerleşir zor çıkarılırsınız.Balkanlarda da Rodoplar ve Balkan dağları vardı. Onu da kaybettik, Edirne ve İstanbul’a yürüdüler. Dağdan yürüyen, bağı tehdit etti. Bulgarlar Doğu Rumeli’yi işgal ettiklerinde Filibe’yi almışlardı. Savaşsız ve gayretsizce. Abdülhamit, Rusların bile Bulgaristan’ı kınadığı bu dönemde orduyu harekete geçirme hakkı varken, Doğu Rumeli’nin düşüşünü seyretmişti. Filibe’ye giren Bulgar askerlerinin karşısındaki manzarada güneye baktıkları doğrultuda Rodop Dağları vardı ve Bulgar basını daha Filibe’nin alındığı 1885 yılında Rodoplar alınmadan Filibe’nin savunmasız kalacağını ve Türklerin dönebileceklerini yazmaktaydı. Bu da oldu. Bulgarlar, bu hatayı 1912’deki Balkan savaşlarında telafi ettiler. Bir adımı bir sonraki hamle izliyordu ve Türkleri dağlık bölgelerden atma planı bir bir hayata geçirildi. Bulgar bunu tek başına yapacak donanımda ve kafada olmadığı için bu üst jeopolitik ve stratejik bilince dair yardım aldığını düşünüyorum. Bunu destekleyen kanıtım da var. Bir Avusturyalı gazeteci ve bilim adamı olan Konstantin Jireçek’in yazdığı “Das Fürstentum Bulgarien” adlı kitapta, Jireçek, Avusturya’nın Bulgaristan’a atadığı elçisi ile Bulgar Prensi arasındaki görüşmede Avusturya elçisinin buyurgan hallerini ve sözlerini aktarmaktadır.
“Ülkenizin %50’si Türklerdir. Gerekirse altından köprüler yapalım da şunları def edin” dediği konuşmasında Avusturya elçisi Bulgarlara böyle bir Türk oranı ile Bulgarların devlet olamayacağını ve Türkleri kovması gerektiğini söylüyordu. Bu, Avrupa Haçlı zihniyetinin kozmik odalarında pişirilen kurumsal bir düşüncenin aşağı görülen Balkan milletlerine uygulatıldığı fason bir politika idi. Türkler, takip eden 50 yıl içerisinde Bulgaristan’dan kazınırcasına atıldılar ve %20’lere ve daha da alt oranlara düşürüldüler. Türklerle akrabalığa sahip ve aynı dinden olan Bulgarca anadilli Pomak Müslümanları ise toplu isim değişikliği ve toplu vaftizlerle topraklarında Bulgarlaştırılmaya çalışıldı ve bunda da belli bir başarı sağlandı.
Dağlık alanlardaki katliamlar, geçtiğimiz yüzyılda da Srebrenica, Foça ve Vişegrad soykırımları ile devam etti. Doğu Bosna’da ve onun bağlandığı Batı Sancak’ta bitirilen halklar ve harita üzerindeki varlıkları sistematik bir yüksek bölge hakimiyeti politikasının sonucudur.
Karabağ’a da Ermenilerin ta İran’dan getirilip Ruslarca yerleştirilmesi ve bir Ermeni Özerk bölgesinin kurulması bundan dolayıdır. Yer mi yoktu? Koskoca Kür ovası varken Azerbaycan’da neden Karabağ gibi yüksek ve bayır, dağlık ve platolardan oluşan bir saha seçilmişti ki? Çünkü bu saha, Azerbaycan ile Ermenistan’ın ve tabii ki Türkiye’nin de tam ortasındaydı.
Ermenistan dediğimize bakmayın. Rusya’dır orası. Rus askerlerinin gezdiği, KGB’nin sokak sokak bildiği, Ermeni bayrağı dikilmiş ve Ermeni dilinin konuşmasına lütfedilmiş bir Rus toprağıdır. Eski Batı Azerbaycan topraklarıdır Ermenistan ama gerçekte Rusya’dır. Rusya’nın proxy devleti, uydusu, ona göbeğinden bağlı, medyun bir Ermenistan.
Şükür ki Karabağ’ın ana yüksek bölgeleri kurtarıldı. Bundan sonraki aşama, öncekisine göre daha basittir. Ama elde tutmak için Azerbaycan’ın buralara nüfusu yeniden getirmesi gerekiyor. Gelecekler mi peki? Hayır! Gelenler Şuşa’nın merkezine yerleşmeye gelecektir. Gelenler Hadrut’un merkezine gelecektir. Karabağ’ın dağları yine sahipsiz, yine nüfussuz kalacaktır. Zaten 20 senedir halkını kaybetmiş topraklardır oralar. Bir daha asla siz Bakü’deki hayata alışmış insanları haydi git Karabağ’daki filan köyünde kışın 1 metre kar kürü…! diyerek yollayamazsınız. Gitmez adam. Stalin’in emri ile Orta Asya’ya, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’a sürülen Ahıskalıların çoğu 2000’li yıllarda kapılarını belli şartlarla açan Gürcistan’a dönmek yerine ABD’ye gelmeyi tercih etti. Ahıska’yı cennet gibi anlatan 1. kuşağın anlatımları ile büyüyenler Ahıska’ya geldiklerinde dedikleri şu olmuş:
“Buralar mı cennet? Buralar soğuk bayırlar… Biz Özbekistan’da daha rahattık…”
Şuşa’nın Ermenilerce ele geçirilmesi, Abhıskalıların vatanlarından edilip yerlerine Ermenilerin yerleştirilmesi, bunların hepsi birer yenilgidir ve geri döndürülmesi çok zor olan yenilgilerdir. Karabağ’ın bir kısmı kurtarıldı ancak üzerindeki dağlık bölge nüfusunun yeniden oluşturulması çok zor. Bu yapılamazsa fethedilmiş sayılmaz. Bir dağlık arazi işgal edilirken oradaki tüm köyler, birer askeri hedeftir. Kuvvetlerinizi olası bir pusu ihtimaline karşın dağıtıp yaymanız gerekir ve muhtemel kayıpları da hesap etmeniz gerekir. Bu sebepten işgalden önce ilk adım, size bu kayıpları yaşatacak bölgeleri NÜFUSSUZLAŞTIRMANIZDIR!
TOROSLARIN EVLADI MI GÖNDERİLİYOR?
Burası ise Toroslar. Türklerin yerleştiği en stratejik ve sarp bölgeler. Ülkenin güneyi, Akdeniz’deki münhasır petrol ve gaz bulunan sahaya en ciddi tehdit olarak görülen Türkiye’nin en TÜRK bölgesi. Burası Türk tarım ve hayvancılığını koruyan bölge, kurdun omurgası, sırtıdır bu dağlar. Bu sırt yere getirilir ise Türkiye olmayacak!
Zaten ülkemizin güneyi, en zayıf karnımızdır ki bunu çeşitli askeri coğrafya konulu yazılarımda açıklamıştım. Özellikle Taşeli yöresi en zor bölgemizdir. Ulaşımı ve lojistiği olası bir hava ve denizden indirmede son derece zor sağlanan bir sahadır. Buranın savunması için de Kıbrıs’ın kuzeyini ele geçirmişizdir. Yani KKTC’nin kurulması da aslında Anadolu’nun savunması doktrininin bir parçası idi.
Toroslar Muğla’dan başlayıp Karaman, Antalya, Isparta, Adana, Antalya, Hatay, Maraş, Antep ve sonrasında Güneydoğu toroslar olarak Elazığ’a ve Bingöl’e dek uzanır. Burası Türkiye’yi güneyden koruyan, doğal kalelerdir. Burası bin yıldır TÜRKTÜR! Ama bu güne dek! Bugünler önemlidir çünkü anormal ve dizi halinde garabet olaylar birbirini izliyor ve bunların ard arda gelmesi, okumayı güçleştiriyor. Belki de birbiri ardına olmasının sebebi budur da denilebilir.
Coğrafya üzerinde savaşlar olur, salgın hastalıklar, yangın ve doğal afetler olur. Göçler de olur doğal olarak. Vatandan ayrı kalınan ilk 1 senede halkın %90-95’i döner. 3 sene ayrı kalınırsa %80’i döner, 5 sene ayrı kalınırsa %60’ı, 10 sene ayrı kalınırsa sadece %25’i döner. Bunlar, yapılan birçok göç ve sosyolojik çalışmada ulaşılan birbirine yakın rakamların ortalamasından alınmıştır.
Gelenler, geldikleri gibi kalmak istiyorlarsa bu bir sorundur. Türkleşmeden, bu toprakların değerlerini, dilini ve geleneklerini almadan kalacaklarsa bu bir yüktür. Sonuçta toprağını arkasında bırakmış olanların bize verecekleri tek şey, iş gücüdür. İş gücüne ihtiyacımız yok belki toprağa ihtiyacımız olabilirdi ancak onu da getirmemiş. Uzatmalı misafir gibi ve evin odalarını sıkıştırdık, masaya ekstra tabak koyduk ancak bu misafirlik uzadığında evde doğacak çocuğuna yer açacak, evde biriken eşyalarına yer açacak ve evde konuşulan dili resmi kabul edeceğiz. Sonrasında nüfus dinamizmi fazla olan, fazla doğuran kazanacak.
Çünkü nüfus bir yerde kaldıkça orada kök salar. Doğan nüfus eğitimini bitirene dek kalırken ana ve babaları da emeklilik güvenceli işlere girer ve bu bitene dek kalalım derler. O sırada eğitim görenler kalır ve dönen olmaz. Suriyelilerin de çoğu dönmez çünkü 10 seneyi geçtik.
Tıpkı Mauritius adasında olduğu gibi adaya sonradan gelen Hintlilerin adanın kendilerine göre daha yerli olan kreollerini sayıca azınlığa düşürdükten sonra küçük görüp bu topraklarda bizim sayımız fazla, ülkede bizim emeğimiz var, ya yönetimimizi kabul edin ya da gidin buradan demesi gibi bize de “Gidin” diyebilirler. Olmadı mı? Anadolu’dan kaç millet geldi geçti? Lidyalılar, Hititler, Frigler, İskitler gibi… Hangisi kaldı? Bir gelen diğerini bastırdı, üzerinde beslenerek, onu yiyerek büyüdü ve kendi egemenliğini kurdu. Zeki olan ve yönetmesini bilenler ise bin yıldır var ancak zeki idare edildiği müddetçe var olacakları da bir gerçektir. Aksi halde yok olanların kaderini yaşatır coğrafya size.
Bu şimdi olası görünmese de olması imkansız da değildir. Senelerdir bir etnik partinin demokrasi ile değil, demografi ile %10 barajını nasıl aştığını görmeyen yoktur. Nüfus, nüfuzdur! Arkadan gelen göçü durdurmaz isek önce kültürel açıdan sulandırılmış sonrasında arabeskleşmiş ardından ise daha liboş daha “olurcu” daha “ne olur ki sanki?” ve daha “boşverci” bir müddet gelecek ve sonrasında ise kendi ülkemizde azınlığa bile düşebiliriz. Düşmesek dahi yüksek yerlerden atılmak, kendi coğrafyanı kaybetmenin ilk adımıdır. Türkler zaten nüfus artışı düşmüş bir millet halindedir ve kırsal kesimin hızla kentleştirilmesinin de en ciddi handikapı buradadır. Şehirleştiğinde nüfus dinamizmi düşen topluluklar, ne tam şehirleşebildi ne de şehirler şehir kalabildi. Geride bırakılan köylerin ise çoğu ıssızdır. Anadolu’nun özellikle yüksek köyleri, birer yerleşme mezarlığı, birer ölü habitat durumundadır. Tek hayat kıpırtısı olan yerler ve tabi hem dağlık hem de sıcak ve sulak olan Toroslar ise şimdi yok olmakla yüz yüzedir. Torosların yok olmasından kastımız, onun evlatlarının buradan gitmesidir.
Nüfus, nüfuzdur demiştik ve dağlık alanlar, coğrafyaya çakılmış çivilerdir. Oralarda yaşayan halklar da o bölgeleri elinde tutan en sıkı toplumlar olur. Ülkede etnik partiler demokrasiyi demografik kazanımlarla elde ederken, İşte Türklerin en büyük etnik hazinesi de Yörükler ve Türkmenlerdir. Batı tarzı “Modernleşmiyor”, şehirlerde erimiyor, dağ yaşantılarını tam manasıyla terk etmiyorlar. Kaz dağlarında, Ayvacık köylerinde yaşayanlar hala nerede üretildiğini bilmediğim lastik ayakkabıları giyiyorlar. Bunu buluyorlar da… daha rahat ve daha iyisi olmasına rağmen bunu giyiyorlar. Renkli elbiselerini üreten kumaşları da bir şekilde buluyorlar. Türkiye’nin dağlık bölgelerinde ABD’deki Amishler gibi içlerine kapanık olmasa da kendi yaşam tarzlarını koruyarak yaşayan bu toplum coğrafya ile iç içe geçmiş bir toplumdur. Otellerde çalışanlar bile kışın köylerine dönüyor. Tatillerde yaylalarını sahipsiz bırakmıyorlar.
Ama arkadan gelenler, gelmeye devam ederken bunu ne kadar koruyabilirler?
Bosna savaşında Avrupa’ya kaçanların %80’i, daha hiç geri dönmedi. Bosna’yı Boşnaksızlaştırma programının yarısından azı başarıldı. Kosova’da ise erken Amerikan bombardımanı ile Arnavutluk’a kaçan Arnavutlar, geri dönebilmişti. Ama İsviçre’dekiler dönmedi. 10 seneyi unutmayın!
İnsanları 5 sene yerleştikleri “YÜKSEK COĞRAFYA” hattından uzaklaştırırsanız, şehir konforu gören halkın binlerce yıldır devam ettirdiği JEOKÜLTÜREL hasletleri bozulur. Pomakları Edirne düzüne getirip Yörükleri de şehirlere getirirsiniz arazilerini bilen insanlar bitirilir.
Bin yıldır arazi üzerinde kazanılmış tüm tecrübeler, tarım ve hayvancılık kültürü, araziyi, dağları yurt bilme ve sevme, dağına taşına hakim olup tüm geçitlerini bilen insanlar bitirilir. İşte şu günlerde olup biten budur! Bu, basit bir yangın değildir. Burada garip durumlar var.
TOROS ÇÖKERSE ANADOLU ÇÖKER!
Toros hattı demografik olarak çökerse, Anadolu nüfusununun besin kaynağı çöker. Orman yangınlarının sosyolojik olarak ileride geçireceği tehlike bin yıldır Toroslarda yaşayan Türkmen ahalinin bu bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıdır. Şu anda maalesef ciddi bir nüfus buraları terk etmek zorunda kaldılar. Evleri yeniden yapılacağı zaman buralarda kimler amele olacak, inşaatlarda kim çalışacak sanıyorsunuz? Ben söyleyeyim. En ucuza çalışacak olan kişiler çalışacak. Ülkede en ucuza çalışacak olan bu kişiler de en azından çalışma süresince burada kalacaklar ve bu da 5-6 sene sürebilir… Suriyeli, Afgan ne ararsanız buralarda çalışmaya başlayacaktır yakında.
SUR VE MAZGİRT TÜRKMENLERİ NEREDE?
Belgrad’ı nasıl kaybettik bilir misiniz? Avusturya ile yapılan savaşlarda kaybettiğimizi söyleyeceğimi sanıyorsunuz hayır. Birkaç kez el değiştiren Belgrad’ı en son ele geçirdiğimizde tarih 1739’dur ve Yagodinalı İvaz Mehmed Paşa tarafından şehir 2. kez fethedilerek Osmanlı toprağı yapılır. Ama Avusturyalılarca tarumar edilmiş dini yapılarımızdan eser yoktur. Halkı terk etmiş olan Belgrad yeniden mamur edilirken ciddi bir inşa ve imar çalışması başlar ve bunun için taş taşıyacak, odun getirecek inşaatlarda çalışacak ustalar hep Belgrad’ın dışındaki köylerde yaşayan Sırplar olur. Adam yerine koymadığımız, şehre yakıştıramadığımız adamların şehri inşa süresince şehre yerleşmesine şahit oluruz. 100 yıl geçmeden Sırplar artık Belgrad’a hallenmeye başlayacaklardır. Belgrad’ı başkent olarak gösteren haritalar basacak, Belgrad onlar için bir muhayyile olacaktır. Bizler ellerimizle getirdiğimiz kimselere şehirlerimizi terk etmeye alışık bir milletiz.
Diyarbakır Sur Türkmenleri nerededir?
Nerede bu insanlar? Yedik mi? Yoklar… Neredeler?
Mezralar boşaltılmasa idi kim şehre gelirdi? 1990’larda birbiri ardına boşaltılan mezralarda Kürt kardeşlerimizin şehirlileşmesi amaçlandı belki ancak onların doldurduğu şehirden Türkler ayrıldı gitti. Kimse bir diğerinin doldurduğu şehirde kalmayı istemiyor. Ömer Seyfettin’in metaforik de olsa anlattığı Bulgar komutanın hikayesini bilirsiniz. Uyanık Bulgar komutan, Türkleri sürmek yerine bir bölgeye Bulgarları getiriyor, domuzları ile birlikte… O domuzlar Türklerin sokaklarında, çeşmelerinde şadırvanlarında su içiyor, bahçelerine giriyor, ortalıkta dolaşıyor ve Türkler birer birer gidiyorlar. Bunu övünerek anlatan Bulgarın ağzından Ömer Seyfettin aslında bir Bulgar metaforu verir. Bu metaforda domuz, Bulgarın kendisidir. Türk, Bulgarların geldiği şehirde artık eski şehir hayatını yaşayamayacağı için ayrılacak ve göçü tercih edecektir.
Tunceli’de Mazgirt, Hozat Türkmenleri nerede? Kim kaldı? Bingöl, Bitlis, Siirt buraların Türk kökenli sakinleri neredeler? Söyleyeyim. Belgrad’ı sadece Belgrad’da yaşamadık birden çok Belgrad’da yaşadık. Şehirlerimizde şehirli tipleri geçtim varsın olsun köylü de bizimdir ama bizim insanımız olmayan tipleri gördükçe kaçımız bir başka ülkeye gitmeyi düşünmedik? Ben semt değiştirdim mesela. İstanbul’da hiç mültecinin olmadığı bir yerde yaşıyorum. Sokakta çocuğum rahat oynasın, eşim rahat çarşısına çıksın isteyen insanlar sosyal kohezyon ile birbirlerini mıknatıs parçaları gibi çeker birbirlerinin, kendisine benzeyen kimselerin olduğu yerlerde öbekleşirler. Artık kendi şehirlerimizde şehir kültürünü korumanın savaşını veriyoruz ki bu ayrı bir konudur… Konumuzdan devam edelim ve dağların Türklüğünün öneminden bahsedelim.
YANGINLARIN YERİ
Torosların Türkmenlerin bu vatanın sigortası olmasından dolayıdır ki eğer dikkat ederseniz yangın her nedense Türkmen köylerinde çıkmaktadır. Geçen gün de Bucak, Eynif ve şimdilerde de Gembos polyesine doğru uzanan yangın adeta adam seçer gibi dağların efendilerinin üzerine yürüyor.
Allah Kürt kardeşlerimizin ayağına taş değdirmesin ancak nedense aynı enlem ve sıcaklık değerlerine sahip Güneydoğu Toroslar’da yani Diyarbakır’da 1 m² orman yanmamıştır. Yanıyoruz ama sadece biz yanıyoruz hep birlikte ve eşit dağılmış bir yangın değil bu. Her şeyi kenara atıp kurgu uyduruyorum kafamdan. Ağaç reçinesinin saydam kısmının büyüteç özelliği gösterip ağaçları yakması da makul ancak bir yerde oluyorsa 100 yerde olmalıdır ve ülkedeki aynı sıcaklık ve enlem çizgisine eşit dağılmalıdır hayır dağılmıyor. Özellikle stratejik dağ geçitleri ve ovalara bakan önemli doğal müstahkem sahalar yanıyor. % 20 eğim bölgeleri yanıyor, polye yamaçları yanıyor, su kaynakları çevresinde kurulmuş binlerce yıllık köyler yanıyor. Bunların hiçbiri normal değil.
Mantıklı ve mantıksız demeden her ihtimal düşünülmelidir. Zira her olayda mantık kurgusu ararsanız siz eyleme geçemeden bir bakarsınız ki avuçlarınızın içinden bir vatan kaymış gitmiştir. Uzaydan yansıtmalı ışınlarla çıkarıldığı söylenen yangınların bile üzerinde durmamız gereken bir zamandır bu. Yangının çıktığı çoğu yere bakıyorum. Sarp kayalıkların ve girilmesi, 50 m yürümesi olanaksız sık dikenlik ve makilik alanlarda başlamış. Kimisi kameralarda da görülüyor ki %60 eğime sahip yamaçlarda çıkıyor. Kimi yerde PKK çıkardı denilen yangınlar, Lapya üzerinde çıkmış. Ben lisanslı bir dağcıyım ve Lapya üzerinden yürümek, intihara eşittir. PKK teröristleri nasıl yürüsün orada? Yürüdün en fazla 1 saatte 30 metre gidersin. Dağın etrafında 1,5 km yanan 25 ayrı alev kaynağı var. Bunu bir insanın çıkarttığını söylemek, coğrafya bilimini geçtim mantığa terstir. Mutlak bir terör aktivitesi olabilir ama bu, yangınların tümünü açıklamaktan uzaktır. Lapya’da insan yürüyemez.
Karşıda hiç kimse yok ve tütmeye başlıyor. Aynı anda ve spontane 20-30 noktada çıkıyor. Sadece Marmaris’te yangın alevleri 200’den fazla noktada çıkmış ki bunların %70 kadarı insanın giremeyeceği yerler. Uzaydan mı çıkarıldı yangın? Hadi oradan be adam! Diyenlere geçtiğimiz senelerde uzaydaki bir ayna ile Rusya’da bir şehrin geceleyin birkaç saat aydınlatıldığını söylesek sanırım açıklayıcı olacaktır. Elektrik bilinirken ampulün yanacağına “hadi oradan” diyen, lambaların “balina yağı ile” doldurulduğu dönemde petrol bulunduğunda “yerden yağ mı çıkarmış?” diyenler ile aynı tepkiyi vermeyin. Siz siz olun ihtimalleri eğer o ihtimaller varlık sebebinize kast ediyorsa ciddiye alın. Bizler bilimin ve bilim etiğinin büyük ölçüde terk ettiği toprakların insanlarıyız. Bizatihi ben kopyalanmış bir kitabı ve yazarını şikayet ettiğim halde adamın aklanması ve soruşturma sürecinin sulandırılışını, ahbap çavuş ilişkileri ile vazifesine devam etmesini üzülerek izledim. Bu sebepten bilimden bu denli uzak bilimadamlarının işgal ettiği kurumlarda (tabii ki her kurum ve her bilim adamı değil) bırakın bilim insanlarını, halkın dünyadaki teknik gelişmelere mesafeli olması doğaldır.
Kişilerle işim yok. Kimse de gocunmasın demiştim. Yanlışım varsa doğrusunu söylesinler ama öğrendiklerimi yazacağım. Bir olan Allah’tan korkarım, yalnızca ona hesap veririm. Bildiklerim de 1. ağızlardandır. Yanlış varsa beni değil, sözlerimi düzeltsinler. Dikkatle dinleyiniz.
Son orman yangınlarında canımız gitti ancak sebebi malum terör. Peki söndürememek neden? Söndü deniyor ancak kusura bakmasınlar o bölgeleri görüyoruz birçok yerde alevler denize ulaştı. Alev denizde yüzüp Kıbrıs’a geçecek değil. Ya kayalıklarda söndü ya da denizde. Ama söndü. Bir kısmı da hala devam ediyor ve bu muhtemelen Eylül’e dek devam edecektir.
Orman bu yanar da yakılır her şey olabilir. Ormanı da devlet yakmadı. Hiçbir devlet böyle hainlik yapmaz. Bunu diyenlere de gülün geçin. Orman yanar veya YAKILIR demiştik. Mesele buna ne kadar hazır olduğumuzdur. Esaslı bir sabotaj planı mevcut değil maalesef. Böyle bir şey yok
Ülkelerin işgal veya saldırı senaryoları olur. A, B, C, D, E planları olur. Kötü senaryolara karşı da hazırlıkları olur. Bizde bir felaket senaryosu, sabotaj senaryosu yoktur yok! Vardır diyen buyursun ama yok. Coğrafyamız da sahipsizdir ve coğrafyacı bir tek yetkilimiz yoktur!
Orman yangınıyla mücadele asli bir kamu hizmetidir. Bu nedenle taşero edilmemelidir. Yargı yada kolluk görevi taşero edilmiyorsa bu hizmette edilmemelidir. Burada duyduğum bazı şeyler, bu işin yani söndürme işinin taşeronlara verildiğine dairdir. Doğruysa çok ciddi bir hatadır!
Kaldı ki gerek yangınla mücadele de gerekse sonrasında ki yeniden ağaçlandırmasında birlerinin zengin edilme durumu varsa, burda medeni bir yönetimden bahsedilemez. Yangın söndürmeyi saatlik ihale ederseniz adamın kazancı işini ağırdan almasından geçer. Bunun telafisi yoktur.
Karadan müdahalede tim imkanları ve personelini kapsayan bir müdahale planı yapılmalıdır. Ordu, Çevik Kuvvet, Özel Hareket gibi hazır unsurlar bu görevlerde öncelikli kullanılmalıdır. Bu, halktaki sahipsizlik duygusunu siler atar. Asker görmek, vatandaşın içine su serper, güven verir
Bazı ülkelerde su buharlaşıyor diye ateşin ortasına içi su dolu dev balonlar bile gönderildi. Onca bilimsel projelerin çoğu para içi. Havanda su dövmedir. Antalya’da orman yangınlarına dair yüzlerce proje ve felaket/sabotaj senaryosu olmalı icatlara fon verilmeli idi. Olmadı.
Ezan okuyan seccade gibi gaydırıgubbak şeyler yerine “Orman yangınlarına müdahale edecek uçan balon ya da drone” gibi şeylerin projeleri üzerinde çalışabilirdi çocuklarımız.
Kimi ülkelerde su dolu dev balonlarla su döküldü, kimi ülkelerde ise ateşe, yerden 10-20 metre yukarıda patlayan plastik su dolu balonlar atıldı. Coğrafyada çaresizlik yoktur yeter ki bilimle götürülsün işler. Rantla, taşeronla değil. Yangın, 1. dereceden kamu güvenliği işidir
Bizde yazken Güney yarımkürede kıştır. O aylarda Güney Yarımküredeki ülkelerle işbirliği yapılarak bu uçaklar edinilebilir. Bunun yanında bu hizmet THY ve Hava Kuvvetlerinden alınırsa pilotaj ve uçak bakımı sorunsuz şekilde atlatılır. Bu konuda gerçek bir milli duruş lazımdır.
Bakanın uçakları ayırma meselesine dair duyduklarımı siyasi olarak kullanılacağı için yazmak vazifem de işim de değil. Çünkü uçaklarımıza nasılsa mahkumlar mantığı ile hareket eden ve fazla fiyat çeken bir THY yetkilisi yüzünden bakan helikopter seçimine gitti ve geri adım da atmadı. Para hepimizin sonuçta. Bakanla da iddialaşmak olmuyor en nihayetinde.
Yani Bakan’ın da haklı sebepleri var çünkü yapmak zorunda bırakıldı. Bu noktada sizlerden de siyasi olmamanızı bekliyorum yoksa net göremezsiniz. Burada şu bakan ya da bu yetkiliye değil, yanan ormanlara ve yerinden olan Türklere odaklanın. Meselemiz bu olmalıdır. Niye?
Bin yıldır bu bölgedeyiz ve ülkenin belki en homojen yeridir Toroslar. Güneyinde kışın gıdamız olan sera ürünleri, kuzeyinde ise tahıl tarımı cenneti iç Anadolu bulunuyor. Turizmin amiral gemisi Antalya’mız yine burada. Burada Türklüğün tutunduğu yer bu dağlardır.
Pomak ve Çerkesleri katliam ve sürgünle, Türkleri de yangınla yerlerinden sürme planı varsa, planın tutmaması için en kısa sürede göç ettirilen insanlarımız için varımızı yoğumuzu seferber edip, yerlerinde tutmalıyız. Dağdan indirilenler bir müddet sorna “Dağlı ve savaşçı” özelliklerini yitirir, BİM’den tavuk döner alarak yaşayan asgari ücretlilerden ibaret olurlar. Dağların sahibi olan ve keçi etiyle büyümüş yağız delikanlılarımız da ara sokaklarda konfeksiyon atölyelerinde asgari ücrete talim eder ve şehirleri karıştıracak bir kaosu bekler durur.
Kır ve dağ nüfusunu yerinde tutmak bir milli politika olmalıdır. O nüfusu yerinden kımıldattığınızda ortaya çıkan şey insan çölüdür, boşalan köyler, kasabalar, çölleşmiş, dikenleşmiş arazilerdir, savunmasız dağ geçitleri, yangına teröre, teröriste gel beni diyen ıssız alanlardır. Giden nüfusu bırak 10 seneyi 5 senede bile geri döndüremezsin.
Bakın Makedonya’dan kopartılan halkımız dönebiliyor mu?
Www.AnavatanRumeli.org sayfasında sürekli uğraşıyoruz geri dönüş için ne yapmaları gerektiğine dair. İnsanların sayısı o kadar kalabalık ki Makedon devletini de derin derin düşündürüyor bir milli güvenlik meselesi olarak. Ama bu insanların toprağı ve anasının ak sütü gibi hakkıdır… dönmelidir. Lakin bir kez gittiğinizde tekrardan dönüşünüz için kalanlara rica ve temenna etmek gerekir. Bu yüzden eskiler demiştir ki “tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” Torosları ne olursa olsun bekleyeceğiz ki çorbayı başkaları içmesin! Düze inmek, kan çorbası içmektir. Sevr’de bize vaat edilen saha, Düz ve az eğimli bölgelerdi ve biz bu kaderi yırtmanın bedelini koskoca bir İstiklal savaşı ile verdik.
Şimdi ise nereden geldiği belli olmayan bir yangın düşmanına, nepotizm ve ihale ile bizleri gıdasızlaştıracak iç düşmanlara karşı nereden geldiğiniz bilmediğimiz bir yumrukla darbeler alıyoruz. Bu anlamda düşmanı net göremiyor olmamız, yaralar ve kırıkları reddetmeye itmesin sizi. Artan gıda fiyatları, hayat pahalılığı ve marketten aldığınız ürünlerin menşei ülkeleri açıklamasıdır bu durumun. Köyler boşalıyor artık ve araziden faydalanma yüzdemiz giderek düşüyor.
Türklerin göç ettirildiği yerlerdir bu beyaz bölgeler. Hâlâ Türksüzdür, ıssızdır. Hâlâ da sahipsiz. Toroslar böyle olmasın. Yangını, siyasi maksatla kullananlara koz vermeyin. Yangının arkasında kim olduğunu bilemezsiniz. Söndüreceğiz ve birleşeceğiz. Başka yol yoktur.. Ayrıca Makedonya’da çıkan yangınlarda da YÖRÜKLERİN yaşadığı Doğu Makedonya’daki bazı yerler yanıyor. Bunlar nasıl iblis bir tesadüftür bilemiyoruz ancak bir el, bir şeyleri planlı şekilde yapıyor. Evet çoğu yerde yangın var ama bu yangınlar inanın tesadüfi çıkmıyor. Radoviş, İştip gibi yerlerde kalabilmiş 20-25 bin kadar Yörük, Doğu Makedonya’daki başlıca bakiyemiz ve onların varlığı da oldukça kırılgan bir zemindedir. Göç sevdası, furyası bu halkın %90’dan fazlasını Türkiye’ye ve Almanya’ya uçuralı çeyrek asırdan fazla zaman geçmiş. Gençlerden de burada eğitim görenler, burada kalıyorlar. Türk Üniversitelerinde onlara sağladığımız hayat, Makedonya’dan geleceklerini koparmalarına daha da bir fırsat sağlıyor ki bu da ap ayrı bir bahsin konusudur. Biz yine konumuzda kalalım ve bu fazlaca uzamış bahsi noktalayalım.
Ama noktalamadan evvel ekleyeceğimiz son bir şey daha var ki bu da yanan bölgelerin Hristiyanlığın hac yolu ve kutsal bölgeleri ile büyük ölçüde örtüşmesidir ki bu, Anadolu’nun yeni milenyumda Hıristiyanlarca “Kurtarılması” projesinin bir parçası olabilir. Pek inanmam böyle şeylere ama akılda tutmakta fayda vardır. Kenarda kalsın, bulunsun. Tüm buralara Likya, Olimpos gibi garip isimler verilerek eski toponimisinin canlandırılmasının da arkasında kim var ne var? Bunlara hiç girmeyeceğim ve ihanete değil cehalete bağlıyorum. Peribacaları değil de Kapadokya kelimesinde ısrar eden bir turizm anlayışı ve Mezopotamya kelimesini markalaştırmaya çalışan yetkililere de bir şey demeyeceğim. Yapacaklarından korktuğumdan değil, başıma iş almaktan da değil, siyasileşip kendi insanımdan nefret etmemek adına uzak duruyorum. Yoksa siyaset Venezuela’daki Orinoco savanları gibidir. Önce bataklıktaki ağaçlara yuva yapan leyleklerin yavruları düşer göle… göldeki piranhalar bir mevsim boyunca civcivlerle doyar, semirir… sonra ise bataklık kurur ve göl çekilir, kurak mevsimde bu kez leylekler piranhaları yer, bayram eder semirir. Bu sebeple bir politikacının bir doğru sözümüz sebebiyle bizimle mücadele etmesi ya da sizinle mücadele etmesi de ömrün ancak bir döneminde insanı yem yapacak bir durumdur. Az sabrederseniz yemle avcının rolü değişir. Bu sebepten ne bir politikacı ile kavgaya girerim ne de o kavgadan korkarım. Doğru işlerinde alkış, yanlış işlerinde tenkitten yanayım. Doğruları milletim için söylemeyi de kişisel bir vazife bilirim ve burada hiçbir siyasi meseleye dahlim olmadan Türk halkının çıkarları için bir uyarıda bulundum.
Zira ekmeğimi bu milletin ve bu topraklardaki her insanın vergilerinden alıyorum. Türk-Kürt ayırt etmeden, birini diğerinden ayırmadan ancak hiçbirisinin de hakkını yemeden, hakkı teslim ederek bazı analizlerde bulunduk.
Toroslar bizim için İtalya’yı barbar istilasından koruyan Alp dağları gibi, Fransa’yı arap istilasından koruyan Pirene dağları gibi, Hindistan’ı Çin istilasından koruyan Himalayalar gibidir.
Varsın her köyde 5-10 aile kalmış olsun. Bir damla kan bile koskoca bir canlıyı klonlamak için gerekli DNA dizilimini içeren bir ansiklopedi gibidir. Bir köyün varlığı da çok şey demektir. Metruk olmadığı sürece içerisinde yaşayanlar, oranın bekçileridir. Günümüzde Danimarka, kimisi ıssız olan Faroe adalarından bazısına maaşlı ada sakini göndermektedir. Niçin biliyor musunuz? Boş kalmasın diyedir bu. Boş arazi senin değildir. Gezmediğin, gitmediğin, beklemediğin yer senin değildir.
Zaten nüfus, kış nüfusudur ve çoğu yaşlıdır. Gençlerinin çoğu seralarda çalışan, otellerde rızkını arayan ya da gurbete gitmiş bu insanların yaşadığı bölgelerde tıbbi ve aromatik bitkiler yanında kuzu göbeği mantarı gibi kilosu 100 dolarlar ile pazar bulan özel mantar türleri de mevcut. Bölge,
Buradaki ihtimaller ve gidişata dair saydığım tüm anomali durumların değerlendirilmesi, bir felaket senaryosu da olabilir bir öngörü de haklı bir tasa da, evham da… ancak var oluşla alakalı her tasa ve ihtimal, üzerinde düşünmek ve hızlı eylem gerektiren meselelerdir.
En sonda şunu söyleyeyim. Bizler Afgan, Arap ve diğer milletlere benzemeyen özgün bir milletiz. Aç Araptan, aç afrikalıdan korkun ama aç Türkten korkmayın. Türkün aç olanı değil, TOPRAKSIZ BIRAKILANI bela olur. Dilerim hiçbir mağrur güç bu belayı alma riskine girmez!
Ama şunu da bilin ki, dünyada yerleşik nizamın yerleşmiş masumlar aleyhine işleyen en ciddi kuralı şudur.
Asimile edemiyorsan, göç ettirirsin. Bunu ya savaşla, ya hastalıkla ya da yangın veya ekonomik krizle ve gurbetle ve bazen bir deli arap diktatör eliyle yaparsın. Sonunda sınırlarının karşısında, adına Kuzey Suriye denilen organize bir kötülüğün yükseldiği devasa bir petrol bölgesi kalır. Oranın gerçek halkı petrolünü geride bırakır sana itelenir, senin vergilerine talim eder, oranın petrolü de sana silah olur Pkk ile sana ateş olur döner. Senin “muhacir” diye kabul ettiğin nüfus, sınırlarının ötesinde sana karşı homojenleşecek olan bir bölgenin yaratılması için yüktür çünkü. Jireçek’in aktardığı diyalogda Avusturya elçisinin Bulgar Prens’e söylediği gibi bir yüktür… Gerekirse altından köprüler yapalım da şunları def edin denilenler bu kez senin kanından da değildir ama yine sana itelenmiştir. Din kardeşidir sonuçta.
Sen o yükü aldığın an istemeden golü yemişsindir. Artık avunacağın tek şey, Allah rızasıdır. Avunacağın ikinci şey ise Sultan Alparslan’ın, Süleyman Şah’ın adını bile duymadan bu topraklarda gezen ve göçle gelen gençlerin kumsallardaki nargile keyfinde, cömert Türk devletine dualarıdır.
Ne var ki dualarla bir haftadan fazla süredir yağmur yağdırmayı başaramadığımız dağlardaki Türkmen ve Yörük köylerinde pek yakında kuru ot bile kalmayacak.
Yanan dağlarımız ülkemizin omurgasıdır. Kurdun sırtıdır demiştik.
O omurga varken ülke dik durur. Orta Anadolu’yu ve ülke tarımının büyük kısmını bu dağlar tutuyor. Bu dağların suyu İç Anadolu’nun güneyine iniyor, bu dağlar için pazarlıklar yaptı Fransızlar, İtalyanlar… ABD’de en büyük savaşlar, vahşi batıda verildi. Dağlık bölgeleri almak için tüm yerlileri battaniyelerle, su çiçeği virüsü ile katlettiler. Hitler Rusya’ya saldırırken Urallara ve Kafkasyaya ulaşmayı kafasına koymuştu. Osmanlı Fas’ı atlasları geçemediği için tam olarak fethedememiş, İngilizler Hindistan’ı Himalaya yüzünden geçememiş ve Çin’de kontrol sağlayamamıştı. Dağ coğrafyanın bir ülkeye hediyesidir. Toroslar da Türkiye’nin güneyini, en zayıf olduğumuz sıklet noktamızı koruyan doğal siperlerimiz. O siperler tutulmalı. Yansa da 1 seneden kısa sürede gerekirse lise, üniversite öğrencilerimizi kullanıp oraları inşa etmeliyiz. Yabancı kimseyi sokmadan… Otlar yoksa keçiler de olmayacak. Keçiler yoksa yörükler de olmayacak. Otun yeşermesi bir yazlık iştir. Bir ot yeşermesi döneminde inşa edilmelidir tüm köyler. Biz bunu başarmış bir milletiz. Tüm donanma Navarin’de yakılıp yıkılmışken aynı donanmayı kısacık bir sürede inşa etmiş bir milletiz. Dileriz ki bu yangın da o zamanki gibi bizim sakalımızı kesmiş olsun, kolumuzu değil… İşimiz artık duadan fazlasıdır.
Suriyeli kardeşlerimiz bize dua ede dursun, Bize artık en çok kabul olmuş dualar lazımdır ve o duanın en güzeli de acılı halkın, fukara bir Anadolu insanının en ağır dönemlerinde dudaklarından dökülmesi klasik haline gelmiş şu iki kelimedir
“Vatan Sağolsun”
Bu yüzdendir ki bu coğrafyanın özelliklerini iyi bilen ve stratejik bölgelerde halkın toprağına bağlı kalmasının önemini bilen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, şu veciz ifadede bulunmuştur:
“Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları’na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.”
O çadırlar, o dumanlar hep tütsün, vatanımız hep var olsun!
Saygılarımla