Batıda doğmuş ve yoğrulmuş benim gibi bir kadın için, Doğunun topraklarını anlamak mümkün değil. Peki şimdi? Doğu rüzgarlarında kah serinlemek kah kavrulup yanmak. Bu mümkün mü? Orada yerleşmiş görenekleri, o göreneklerin insanlara kattıklarını ya da bize katmadıklarını deneyimleyebilmek enteresan bir yolculuk.
‘’ Türkiye’de doğulu olmak böyle bir şey işte’’ demişti bir arkadaşım bayağı bir iç çekerek.
Cümlesi beni acıtmıştı yalan değil, ama onun da canı acımasın, gülsün diye şöyle demek isteyip diyememiştim.
‘’Her şeyiniz acı be kardeşim, biberiniz acı, yemekleriniz acı…’’
Tabii 44 yıllık bünyemde var olan, insanlar mutlu olsun diye şakalar yapma isteğim o an hayata geçmediği için, kendi yalnızlığımda son bulmuştu sözünün sonrası.
Oradan bir İlkay Akkaya şarkısına bağlamıştım zamanı.
‘’Ama neden şarkıları acı ki’’ diye düşünüp içimden, bitirmiştim konuyu.
Belli bitirememişim.
Günlerdir aklımda geçmişten kalma bir duygu. Nasıl soğuk, nasıl ürkütücü… O anın aynısını dün gibi yaşıyorum. Aynı yerde değilim belki ama aynı ürkütücü korkuyu, aynı yüksek ivmesinde şu an bile hissedebiliyorum.
Sene 1995…
Doğuda bir köye habere gitmek için yola revan olmuşuz. İstanbul’dan uçak yolculuğu, varılan yerde kiralanan arabayla, bu kez kameraman Ekrem ile yine haber peşindeyiz. Ama ortalık kar kıyamet. Kiraladığımız araba için çıkmaz diyorlar o dağ köyüne. Gazetecilik var serde, gel de vazgeç. Mümkünatı yok. İzahı var mı? O da yok. İple bağlasalar durmayız, cesetimi çiğne öyle git deseler üstüne basar geçeriz, öyle bir tutku içimizdeki…
Kiralık araba çıkmazsa bir minibüs buluyoruz. Parada anlaşıyoruz, sonra ver elini dağlar… Dağ köyüne doğru yola çıkıyoruz. Gidiyoruz… Gidiyoruz… Her yer kar içinde. Vakit gündüz ama geceye de dönmek üzere. Şöförümüz diyor ki ‘’Abla bak bundan sonrasına çıkmaz benim araba. Ben sizi burada indireyim. Bak şuradan beş dakika yürüyeceksiniz köy orada.’’ İnanıyoruz be kardeşim. Kim kime o kar kıyamette kazık atar ki. İniyoruz minibüsten. Karların arasında Ekrem ile kalıyoruz. Minibüsün gözden kaybolduğu an, işte o ürkütücü korku anı dün gibi hatırladığım… Kocaman dağlar, karlı ovalar, inanılmaz bir sessizlik ve biz. Kalbimin nasıl attığını ve ne kadar yakıcı bir yalnızlık hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum. O an demiştim ki içimden Doğu’da yalnız hissetmek böyle bir şey mi…
Ekrem’in elinde kocaman kamera, tripot çantası. Bende akülerin ve eşyalarımızın olduğu sırt çantası ve elimde bir çanta daha. Karlara bata çıka yürüyoruz. Beş dakika geçiyor, bizi bırakan şöförün parmağıyla işaret ettiği yer yok. On dakika geçiyor, yok. Yarım saat, bir saat. Yok… Yok… Yok… Donuyoruz ama, nasıl bir üşüme. Karlara bata çıka yürüyoruz. Baştan olabildiğine hızlı, sonra olabildiğine yorgunluktan yavaşa evrilmiş adımlar. Ayaklarımız sırılsıklam. Yüzümde atkı, sadece gözlerim açıkta. ‘’Parmağıyla işaret ettiği köy nerede Ekrem’’ diye soruyorum sürekli, sonrasında konuşmalar küfre dönmeye başlıyor, en sonunda Ekrem korkuyorumlar. Hava artık kararmaya başlıyor. Tam ümidimi kaybettiğim sırada ise, küçük bir tepeyi aşıyoruz ve karşımızda bir köy beliriyor.
Sonrasındaki hiçbir şeyi bugün hatırlamıyorum. Sadece o tepeyi döndükten sonraki o köyü gördüğüm an ve bir köy evinin içi. Nasıl gittik, bizi mi aldılar. Gerisi yok bende. Hatırladığım ilk kare, kadınlar beni kapıdan aceleyle içeri alıyor, erkekler de Ekrem’i ayrı bir odaya. Çantamı sırtımdan, paltomu üzerimden çıkartıyorlar. Eldivenler, atkı, bere… Çoraplarımı da çıkartıp , ayaklarımı yerdeki tandır ocağının içine sarkıtıyorlar. Ayaklarım o sıcacık tandır ocağına sallanmış, bir teyze bana yaslanmış ellerimi ovuşturuyor, dişlerim titremekten birbirine çarpıyor. Sonra sıcacık bir çay beni kendime getiriyor. Neden sonra Ekremin de olduğu odada erkeklerin yanına sadece ben giriyorum benimle girmeyen kadınlara şaşkınlıkla bakarak, zira onlar başları önlerinde odanın dışında bekliyor. Erkeklerin olduğu odada yemek yerken anlıyoruz ki, aslında haber yapacağımız köy o köy değil. Diyorlar ki ‘’sizi götürürüz sabah’’. Diyorum ki ‘’bu akşam gidelim’’… ‘’Gece gece ne işiniz var’’ diyorlar. Eren tez canlıdır bilmiyorlar ki.
Yemek yiyoruz beraber yer sofrasında. Ardından zifiri karanlıkta yola koyuluyoruz bir traktör tepesinde. Bir lastiğin üzerindeki demir bölümde Ekrem oturuyor, diğerinde ben. Ellerimde eldiven yok, neden takmadığımı bugün bile hatırlamıyorum. Tutuyorum traktörün demirini ama ellerim nasıl acıyor, sonradan diyorlar ki demire bile yapışabilirmiş o soğukta elim, bilememişim. Giderken dağın arkasından silah sesleri geliyor, ama hiç durmuyor. Hiç durmuyor, beynimde patlıyor sanki her mermi. Gidene kadar dakikalarca. Bizi götüren çocuk diyor ki ‘’korkmayenge’’. Korkuyorum. Ama bilmiyor ki korksam da söylemem. ‘’Ne korkacağım’’ diyorum.
Çok değil kısa bir süre sonra varıyoruz gideceğimiz Kürt köyüne. Köye ilk girişimiz bugün bile içimi acıtıyor. Ayakları çıplak çocuklar karlar üzerinde traktörün peşi sıra koşturuyor. Ortalık sanki çocuk bahçesi. Ayakları çıplak ama mutlular, gülüyorlar, bağırarak konuşuyorlar. Ben onları anlamıyorum ama susar mıyım? Traktörün tepesinden ‘’ay ay üşüyeceksiniz’’ diye bağırıyorum. Kimsenin beni umursadığı yok, anladığı da yok. Şimdi 44 yaşındayım. İki oğlum var. Ve o anı ne zaman hatırlasam; hayalimde traktörü durduruyorum ve inip anne olmuş ellerimle hepsine sarılıyorum. Onların hepsi benim etrafıma geliyor ve hepsini öpüp kokluyorum. O anı hatırlamayı delice seviyorum. Sanki onlar hep orada, o köye girişte yükselen kahkahalar, o kürtçe konuşarak çıplak ayaklarıyla koşturan o çocuklar… İnsan en çok kendiyle savaşır ya, kopamıyorum o ana duyduğum bağlılıktan. Diyemiyorum onlar şimdi kaç yaşında, sanki onlar hep orada…
O gece köydeki muhtarın evinde ağırlıyorlar bizi. Ben o geceyi muhtarın kızının odasında, onunla beraber geçiriyorum. Adını dün gibi hatırlıyorum. Heval… Sonradan öğrendim ki arkadaş, dost, yoldaş demekmiş. Heval de ismiyle müsemma o gece bana yoldaş oluyor. Ama o gece bir ara saçlarımın kıvırcıklığını düzeltmek için saç köpüğü şişesini sallayıp elime sıkarken, Heval bağırıp korku dolu gözlerle odanın diğer ucuna kaçıyor. Sürekli saç köpüğü şişesini gösteriyor. Gidip ellerini tutup, şişeyi eline veriyorum tutsun, kötü bir şey olmadığını anlasın diye, sürekli saçlarımı gösterip duruyorum. Elimdeki köpüğü saçlarıma sürüyorum. Anlıyor sonra hayretle gülümsemeye başlıyor. Ama ben onun neden korktuğunu ancak ertesi gün anlıyorum. Türkçe de bilen babasına anlattığımda o Heval’e soruyor, o da bomba sandığını söylüyor. Heval yanıtıyla asıl yüreğime pimi çekilmiş bir el bombası bırakıyor, nasıl üzülüyorum…
Heval’in saçları da kıvırcıktı. O gece onun da saçlarına saç köpüğü sıkıp, saçlarını yapmıştık. Hala huyumdur bu yaşımda bile; hala seyahate giderken de koyarım çantama, evden çıkarken de atarım bir iki tane; hele arabamda her daim olur mandalina, portakal torbası. İşte o akşam da yine benim çantadan bu kez portakal çıkıyor. Birbirimizin dilinden anlamıyoruz Heval ile ertesi gün yine babası anlatıyor, Heval hayatında hiç portakal yememiş. Bazen köyün üzerinden geçen helikopterlerden yiyecekler atılırmış, onların içinden de hiç portakal çıkmamış. Bugün bile inanamıyorum buna. Portakal yememiş Heval’i dün gibi hatırlıyorum, o masmavi gözleriyle hala karşımda duruyor ama bu konuyu hep ben yanlış hatırlıyorum diye unutup geçiyorum. Yanlış demesem yüreğim acıyacak, en iyisi böyle diyorum.
Ertesi gün köye asıl geliş sebebimiz olan haberi yapıyoruz, bu kez bizi onlar şehire kadar indiriyorlar. Hem de yolun bir bölümünde bırakmadan, aşağıya kadar bizi sağ salim teslim edip, köylerine dönüyorlar.
Kainat ve insan ruhu okunmayı bekleyen bir kitap gibi… Seni önce kaybettiriyor Yaradan, sonra aratıyor. Yazdıklarımda buluyorum kendimi, beni hep mutlu ediyor yazmak. Hatırladıklarımsa bana hep bir ayna. Baktıkça o aynada gördüklerim gönlümde bir yer açıyor. 26 yıldır o gönülde hep misafir Kürt kızı Heval ile çıplak ayak koşturan o Kürt çocuklar. Ruhumla hissediyorum ve hatırladıkça yine yaşıyorum. Biliyorum nasibi olan nasibi kadar alır. Verilenleri unutmuyorum tabii ki, ama verilmeyenleri kalbimde bir acıyla hatırlıyorum hep. Onlar da böyle… Diyorum ki ansızın güzel bir haber konmuştur umarım hayatlarına. Bir dağ köyünde bana hissettirdiklerini bilmeyen o çocuklar; topraklarınız hep mahzun, ama umarım bugün bile mahzun değildir yürekleriniz… Dağılmamış, ayrılmamış, bölünmemişsinizdir…
Ve Heval… O gece bir sayfaya çizerek ve ellerimizle anlatarak ettiğimiz sohbetteki bana verdiğin sırrı hiç unutmadım… Umarım o sevdiğin, köyünün çobanıyla aşkın kanatlarını giymişsindir… Ruhun yorgun, o güzel gözlerin buruk değildir. Umarım kısmet olmuşsa, aşk ile ‘’bir’’ olmuşsunuzdur… Mavi gözlerinin huzurunda bulmuştum o gece seni, umarım sen de bulmuşsundur ruhuna asıl huzur vereni.