Hunlardan bugüne insanlık tarihine kabaca göz attığımızda dünyada olup bitenlerin çok büyük kısmının Türkler etrafında döndüğünü, bu uzun zaman diliminde tarihin birinci öznesinin Türkler olduğunu görürüz. Yine kabaca söyleyecek olursak Çin tarihini, Hint tarihini, Fars tarihini, Rus tarihini, bütün olarak Avrupa, özellikle de Doğu Avrupa tarihini, Arap tarihini, Kuzey Afrika tarihini Türkleri görmezden gelerek yazmanın imkânsız olduğunu biliyoruz. Elbette bütün bu sayılan halkların tarihini iyi bilmeden tam bir Türk tarihi yazmak da mümkün değildir. Böyle bir tarihin ve gücün “bilgi”den uzak olarak ortaya çıkması, bilgiyle beslenmemesi, bilgiye dayanmaması herhâlde düşünülemez. Türklerin erken tarihlerde atı ehlileştirdiğini, başta demir olmak üzere pek çok madeni işlediğini, çok erken devirlerde çeşitli silahlar ürettiklerini, tekerleği icat edip kullandıklarını ve bu yolla da uzakları yakın ettiklerini biliyoruz. Bütün bu sayılanların temelinde bir bilgi birikimi ve bu birikimden kaynaklanan bir tecrübenin olması gerektiği açıktır.
Bilginin tarihî macerası üzerinde dururken dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri coğrafyadır. Yukarıda anlatılanlar, bilginin tarım kuşağı da denilen orta kuşakta biriktiğini ve bu coğrafyada gitgeller yaşadığını göstermektedir. İnsanlar, yaşadıkları coğrafyanın iklim şartlarına göre bir hayat geliştirmek durumundadır. Tarım kuşağı insanı çok erken devirlerde yerleşik hayata geçmek durumunda kalmıştır çünkü ekmeğini çıkardığı tarlasını istediği yere taşıma imkânı yoktur. Bozkır kuşağı insanı ise konargöçer hayat sürdürmek durumundadır çünkü geçim kaynağı olan hayvanları için sürekli yeni otlaklar bulmak zorundadır. Bozkır kuşağı insanı, yaşadığı coğrafyanın iklim şartlarından dolayı yerleşik hayata geç geçmiştir. Yeryüzünde bugün hâlen konargöçer yaşayan insan topluluklarının varlığı bilinmektedir.
Yerleşik yaşayan insanlarla konargöçer yaşayan insanların bilgiyi de maddi ve manevi kültür unsurlarını da biriktirme düzeyi farklı olacaktır. Türklerde çok erken çağlarda yazının izleri görülmekle birlikte asıl yazılı malzemenin tarım kuşağı Türklerinden günümüze ulaşmış olması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ayrıca Köktürk ve öncesinde yazı malzemesi olarak taşlar ve kayaların, Köktürklerden hemen sonra gelen Uygurlardan itibaren kâğıdın kullanılması yine üzerinde durulması gereken bir başka husustur. Milattan önce 5. yüzyıla tarihlenen Kazakistan’daki Esik kurganlarında çıkan malzemeyle Orhun Anıtları arasında geçen zaman neredeyse Orhun Anıtlarından bugüne geçen zamana eşittir. Esik kurganlarında pek çok malzemeyle birlikte bulunan altın elbiseli adam heykeli ve üzerinde bir cümle yazı bulunan kâse, bilgi aktarmanın aracı olan yazının kullanıldığını ve ulaşılan medeni seviyeyi göstermek bakımından önemlidir. Bu bir cümle Türk yazı dili tarihinin başlangıcını M.Ö. 5. yüzyıla götüren değerli bir tanıktır. Başka örneklerin olmaması yazının kullanılmadığının ya da yazı yazmanın bilinmediğinin değil, yazılı metinlerin henüz ele geçmediğinin ya da zamanın öldürücü tahribatından kurtulamadığının göstergesidir. Bu durumun gösterdiği bir başka husus ise Türk Arkeolojisi’nin istenilen düzeye ulaşamadığıdır. Türkiye üniversitelerinin arkeoloji bölümlerinde ne yazık ki hâlen Türk Arkeolojisi kavramına bile tahammül yoktur. Arkeoloji denildiğinde Eski Anadolu medeniyetlerini anlayan arkeologlarımız, Türk Arkeolojisi alanıni sanat tarihçilerine bırakmış görünüyorlar. Bu tavır, Klasik Batı Müziği ile uğraşanların Türk Müziği ile ilgili tavırlarına ne kadar da benzemektedir. Tarihi Türk coğrafyasında arkeoloji çalışmalarının son derece yetersiz olduğu bilinmektedir. Bu konudaki bir başka durum da yabancıların, özellikle Rusların bulduğu Türk tarih ve medeniyetini aydınlatacak eserlerin önemli bir kısmının ortaya çıkarılmadığı, müzelerin özel bölümlerinde gizlendiği şüphesidir. 1991 yılından sonra bu coğrafyada Türk bilim adamları tarafından yapılan araştırmalarla son derece değerli eserler ortaya çıkarılmıştır ancak yapılan çalışmalar yine de oldukça sınırlı kalmaktadır. Özellikle Rusya Federasyonu sınırlarında kalan eski Türk coğrafyasında yapılacak çalışmalar daha pek çok eserimizi gün yüzüne çıkaracaktır.
Bugünkü bilgilerimize göre yukarıda sözü edilen kâse üzerindeki tek cümle ve tarihi olmayan kısa bazı taş ve kaya yazıları dikkate alınmazsa Türkçenin ilk yazılı metinleri olarak kabul edilen 8. yüzyıldan kalma Köktürk yazıtlarından Köl Tigin adına Bilge Kağan tarafından dikilen yazıtta bilgiye dair şu cümleler dikkat çekicidir:
Anda anyig kişi ança boşgurur ermiş: Irak erser yablak agı birür, yaguk erser edgü agı birür tip ança boşgurur ermiş. Bilig bilmez kişi ol sabig alıp yaguru barıp öküş kişi öltüg. Ol yirgerü barsar Türk budun ölteçi sen. “Orada kötü kişiler şöyle haber yayarmış. Uzakta olana kötü mal veriyor, yakında olana iyi mal veriyor diye haber yayarmış. Bilgi bilmez kişi! O haberi alıp yakına giderek çok öldün! Oraya doğru gidersen Türk milleti, daha çok öleceksin.”
Burada geçen “Bilgi bilmez kişi” tarihten haberi olmayan, geçmişin bilgisini unutmuş câhil kimsedir. Bu kimselerin belirtilen özelliklerinin sonucu ise “çok kişinin ölmesidir.”
Yine bu abidelerde halkın huzur ve güven içerisinde yaşamasının şu şarta bağlandığını görüyoruz: Bilge kagan ermiş, alp kagan ermiş. Buyrukı yime bilge ermiş erinç, alp ermiş erinç. Begleri yime budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. “Bilgili kağan imiş, yiğit kağan imiş. Yardımcıları (buyruğu) da bilgili imiş, yiğit imiş. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ülkeyi öyle tutmuşlar.” Huzurun bozulup devletin yıkılmasının sebebi de şöyle anlatılır: Biligsiz kagan olurmış erinç, yablak kagan olurmış erinç. Buyruki yime biligsiz erinç, yablak ermiş erinç. “Bilgisiz kağan tahta çıkmış, kötü kağan tahta çıkmış. Buyruku (yardımcısı) da bilgisiz ve kötü imiş.” Yukarıda da söylendiği üzere devlet kurmak ve geniş coğrafyalara hükmetmek ancak ve ancak bilgiyle mümkün olabilir. Bu satırlar Köktürk devletini yönetenlerin bunu çok iyi bildiklerini gösterir.
Aynı konu, kent medeniyeti kurarak değişik konulardaki Türk nazım ve nesrinin pek çok alandaki ilk örneklerini bize bırakan Uygurlardan kalma bir şiire ise şöyle yansır:
Bilig bilin ya begim(Bilgi bilin, ey beyim!),
Bilig sana eş bolur.(Bilgi sana eş olur).
Bilig bilgen ol erke(Bilgi bilen o kişiye),
Bir kün devlet tuş bolur(Bir gün talih yâr olur).
Biliglig er belinge(Bilgili kişi beline),
Taş kurşansa kaş bolur(Taş kuşansa kaş olur).
Biligsizning yaninga(Bilgisizin yanına),
Altun koysa taş bolur(Altın konsa taş olur).
Özellikle ikinci dörtlükteki benzetme dikkat çekicidir. Bilgili bir kişinin beline kuşandığı taş, bir yüzüğün değerli kaşına döner ancak bilgisizin yanına konulacak altın ise taş gibi değersizleşir.
Kutadgu Bilig adlı anıt eserimizi bu yönüyle değerlendirecek olursak 6645 beyitlik bu abide eserimiz için sanırım erdem ile bilginin açıklanması, övgüsü ve insanlar için bu iki kutlu kavramın kılavuzluğuna olan gerekliliğin işlenmesi dense yeridir. Uygur döneminden itibaren bütün yazılı edebiyatımızda ve baştan beri sözlü geleneğimizde bilginin yüceltildiği pek çok örnek gösterebiliriz.
Yusuf Has Hacip’in bilgi ve aklın meziyetleri ve yararlarını anlattığı altmış iki beyitlik bölümden birkaç beyit:
Ukuşun agar ol, biligin bedür,
Bu iki bile er agırlık körür.(289)
(İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür; bu ikisi ile insan itibar görür.)
Yıparlı biligli tengi bir yangi, Tutup kizlese bolmaz özde öngi.(311)
(Misk ve bilgi birbirine benzer; insan bunları yanında gizli tutamaz.)
Yıpar kizlese sen yıdı belgürer, Bilig kizlese sen tilig ülgüler.(312)
(Miski gizlersen kokusundan belli olur; Bilgiyi saklarsan dili ayarlamasından belli olur.)
Ukuş ol sanga edgü andlig adaş, Bilig ol sanga ked bagırsak kadaş. (317)
(Akıl senin için iyi ve yeminli bir dosttur; bilgi senin için çok merhametli bir kardeştir.)
Eşitgil negü tir biliglig kişi, Biliglig sözi çın sevüg can tuşi.(336)
(Dinle, bilgili kişi ne der: Bilgili sözü, gerçekten sevgili can gibidir.)
Türk tarihinin Uygurlardan sonra gelen önemli bir kısmının tarım kuşağında cereyan ettiği söylenebilir. Yukarıda anlatıldığı üzere bozkır terk edilip tarım kuşağında bir hayat tercih edilince doğal olarak pek çok şey de buna göre şekillenecektir ve öyle de olmuştur. Uygurlar döneminde benimsenen dinlerin de etkisiyle büyük bir yazma faaliyeti ortaya çıkmış, İslam dininin kabul edilmesiyle bu durum artarak sürmüştür. Ağırlıklı olarak din içerikli bir edebiyat oluşmakla birlikte zamanla hayatın çeşitli alanlarına dair pek çok eserin yazıldığına tanık oluruz. On üçüncü yüzyıla kadar tek kol hâlinde gelişen Türk yazı dili, bu yüzyıldan sonra üç ayrı kol ile yaşamaya devam eder. Bu kolların her biri de bir yanda geleneği sürdürürken diğer yanda bulunduğu coğrafyanın etkisiyle yeni birtakım özellikler kazanır. Oğuz kolu, Anadolu’da kendi yazı dilini oluşturup bir büyük edebiyatın temelini atarken Kıpçak kolu hem kuzeyde hem de Mısır ve Suriye’de Türkçenin yadigârlarını üretir. Türkistan’da geleneği sürdüren Karluk kolu da zaman içerisinde büyük bilgin ve ediplerin eserleriyle varlığını geliştirerek sürdürür.
Kaynak: Türk Yurdu dergisi
Temmuz 2018, 107. sayı
https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=4473