3 Mayıs Türkçülük Günü’nün anlamını daha gerçekçi olarak kavramak için o günleri hazırlayan yakın tarihimize bir göz atmak yararlı olacaktır. Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu, hanedan düşüncesine dayanan bir “ümmet” modelini temsil ediyordu. Orkun Anıtlarında gözlediğimiz “Türk” kavramı, Osmanlı’da ümmet uğruna âdeta feda edilmişti.
Nitekim Büyük Selçuklu ve Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık, artık 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın bir Türklüğü kalmadığı görüşündedir. Oysa Türkmen boyları, Anadolu’ya göç ettiklerinde Göktürklerde tanık olduğumuz gibi Türklük şuurunu taşıyorlardı. Anıtlardaki sekizinci yüzyıldır hemen birçok kez Bilge Kağan’ın halkına hitaplarında “Ey Türk Budunu” tarzındaki hitapları gösteriyor ki millet karşılığı “Budun” ve soy olarak da “Türklük” anıtlara işlenmiştir. Hem Büyük Selçukluların hem Anadolu Selçukluları ile Osmanlıların bu tarihsel şuuru dışlayarak sadece “Hanedan” kavramını merkeze almaları, düşündürücü olsa gerek. Ümmet ideolojisi, Türklerin İslamiyet’i kabulü ile gündeme geliyordu.
Aynı dine inananların birlikteliği, ümmet oluyordu. Büyük dinimiz, bütün Müslümanların din kardeşi olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle “ümmet” yüce bir düşüncedir. Ancak İslâm, bir evrensel din olması nedeniyle “millet” gerçeğini reddetmiyordu. Kur’an şöyle buyuruyordu: “Sizi kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız.” Burada kavim kavramı, günümüz millet gerçeğini temsil ediyordu. Peygamberimiz de: “Kişi, kavmini sevmekle suçlanamaz.” veya “Ümmetimin en hayırlısı, kavmine hizmet edendir.” buyuruyordu.
Görülüyor ki Kur’an ve hadisler, “ümmet” gerçeği yanında “millet” gerçeğini de kabul etmek suretiyle evrenselliğini sembolleştiriyordu. Selçuklular ve Osmanlılar hangi nedenlerden ötürü, Göktürklerde rastladığımız Türklük duygusunu bir kenara iterek “Hanedan” veya “Hanedan-ı Osman-i” düşüncesine sapmışlardır?
Artık, bu hususu tarihçilerimize bırakıyoruz, tartışılsın. Bizim konumuz, unutulan, dışlanan Türklük şuurunun tarihsel gelişim çizgisini ortaya çıkarmak ve Cumhuriyet döneminde de yansımalarını ele almaktır.
Türklük Uyanıyor
Osmanlı’nın son günlerinde, Fransa Devrimi’yle Balkanlara kadar yayılan milliyetçilik akımı, millet olma, bağımsızlık ve özgürlük gibi evrensel hakları taşıyordu. Osmanlı’nın geniş hinterlandı da bu ayaklanmalara katılıyordu. Mısır, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde iç ve dış müdahalelerin de tesiriyle her yer bir kazan gibi kaynıyordu.
Kısaca Osmanlı’nın “ümmet” politikası tersine dönmüştü. Artık, hâkimiyeti altında bulunan İslâm ülkelerinin Batı’da yetişmiş, Fransa Devrimi’yle tanışan genç aydınları, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşlarını başlatmak amacıyla ayaklanıyorlardı. Bu eylem geçerliliğini yitiriyordu. 1865 Yeni Osmanlılar ve 1875’ten sonra da Jön Türklerin rayına sokmaya çalıştıkları milliyet akımları durdurulamaz bir noktaya gelmişti. Jön Türkler ki milliyet akımı etrafında toplanıyorlardı, 1908’de İkinci Meşrutiyetle yönetimi ellerine geçiriyorlardı. 600 yıl süren Hanedan-ı Osmani yerine milli devlet kurmak, özgür ve insanca haklara sahip olmak için örgütlü bir çalışma oluşturuyorlardı.
Kısa zamanda Jön Türk hareketi, İttihat ve Terakki adlı bir siyasal kuruluşa dönüşüyordu. Şimdi yönetim, Türkçülük akımını ön plâna alan ve Hanedan-ı Osmani’ye eleştiride bulunan genç kadroların eline geçmiş bulunuyordu. Bu oluşum, monarşiye karşı meşrutiyet hareketinin sesini duyuruyor, Fransa Devrimi’nden kaynaklanan milliyetçilik duygu ve düşüncesini de bir sembol olarak taşıyordu.
Bilindiği üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir siya-sal teşkilât olarak Türkçülük akımını, temel felsefe kabul ediyordu. Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere önemli bir çekirdek aydın kadro, bu akımın düşünce sistemini yaymaya çalışıyorlardı.
Özellikle Kırım’ın Gaspıra köyünde doğan İsmail Gaspıralı’nın başlattığı ve Azerbaycan’dan kaynaklanan bu akım taraftarları, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer alıyorlardı. Özellikle Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Mehmet Emin bunlardan ilk akla gelenleridir. Bir de yine Azerbaycan’da Hüseyinzade Ali Bey vardır ki Gökalp’a Türkçülük akımının aşılanması yönünden büyük tesirde bulunmuştur.
Türkçülük akımının İttihat ve Terakki yönetiminde filizlenmesi, 1911 yılında Türk Ocağı’nın kuruluşunu hazırlamıştır. Türk Ocağı, günümüze kadar intikal eden Türk Yurdu dergisiyle birlikte Türkçülük akımının odak noktasını oluşturuyordu.
Osmanlı sonrası (Post-Osmanlı) genç kadrolar niçin bu tür bir örgütlenmeye gidiyorlardı? Niçin Türkçülük akımını ön plâna alıyorlardı? Bu husus, İttihat ve Terakki kuruluşunun çözümlemesi gereken en önemli meselesiydi.
Jön Türkler Batı ile temas kuran, bir kısmı Batı’da eğitim görmüş bir kadro olarak karşımıza çıkıyordu. Dönemin milliyetçilik çağı olduğunun şuurunda idiler. Hanedan-ı Osmanî altı yüz yıllık iktidarı boyunca, milli kimliğini dışlamış, sadece ümmet ideolojisine dayalı bir yönetim biçimi meydana getirmişti.
Fransa Devrimi, şimdi millet düşüncesini ön plâna çıkarıyordu. Bunun için de, unutulan veya unutturulan Türklüğe dönüş hareketi başlatılıyordu. Cemiyetin ideoloğu Gökalp, “Türk Milleti” gerçeğini vurgulamak suretiyle, “Türk’e dönüşü” başlatmış oluyordu. Farklı ırk ve din mensuplarını koruyan bir mozaik veya seralık durumunda olan Osmanlı sistemi, yerini Türk insanına terk etmek durumunda idi. Zaten çağın gerçeği de bu biçimde tecelli ediyordu. O hâlde, Türkçülük akımı, Türk Ulusu’na dönüş hareketidir. 600 yıl dışlanan ve ümmet düşüncesi içinde yok sayılan bir halk, ilk kez tarihinde milletleşmenin kıyısına gelmiş bulunuyordu.
Türkçülüğün büyük ideoloğu da Gökalp ve arkadaşları idi. Türk Ocağı ve yayın organı Türk Yurdu mecmuası da Türkçülük akımının ilkelerini yayarak sistemi rayına oturtmaya çalışıyordu.
Gözlendiği üzere, Türkçülük sosyolojik zaruretlerden doğmuş, Türk Milleti’nin yeni bir kimliği oluyordu. Gökalp bu akımın “dil, duygu ve düşüncede ortak bir paydada birleşenlerin malı olduğu” kanısındaydı.
Gökalp’a göre; aynı dili konuşan, aynı dine sahip olanlar ancak bir millet idi. Onun dövizi de şöyleydi: “Dili dilime, dini dinime uyan bir millettir.”
Genç Cumhuriyetin İdeolojisi: Türkçülük
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı sonunda tarih sahnesinden siliniyor, yerine Cumhuriyet idealine bağlı yeni bir devlet kuruluyordu. Atatürk, Türk milliyetçiliğine gönül vermiş ve Gökalp’ı da “Fikirlerimin babasıdır” demek suretiyle değerlendirmiştir . Kendisi, Jön Türk geleneğinde yetişmiş, İttihat ve Terakki içinde büyümüş, gerçek Türkçüdür.
Türklüğü unutturması, ülkenin yönetimini kozmopolit kadrolara teslim etmesi nedeniyle Osmanlı sistemine karşıydı. Türk Ocağı’nı 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait ayaklanmasında birkaç kez ziyaret etmiş ve çok taltif edici ifadeler beyan etmiştir. Hatta Koçgiri ayaklanmasının arifesinde: “Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, Kavm-i Necip adı altında Araplara ve sarayın sadık hâdimi Arnavutlara feda edildik.” demek suretiyle de Türklüğe, 600 yüzyıl süreyle unutturulan Türklüğe sahip çıkıyordu.
Büyük Millet Meclisi’nde bir hafta boyunca okuduğu Nutuk’un son kısmında “Ey Türk Gençliği” adı altında Türk gençliğine armağan etmek ve “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” demek suretiyle ilk kez Göktürklerden sonra “Türklük” kavramını gündeme getiriyordu. Böylece Atatürk, muhtelif vesilelerle Türklüğe olan büyük aşkını milletine açıklamıştır . Bir vesile ile “Türk yaratılmak medâr-ı iftiharımdır.” diyor, büyük nutkun son kısımlarında ise: “Milletime tavsiyemdir, başlarına geçecek insanların kanlarına baksınlar.” uyarısında bulunuyordu.
Artık Cumhuriyetle ve Mustafa Kemal’in öncülüğü ile Türklüğe dönüş başlıyordu. Hanedan-ı Osmanî yerini, Türk Milleti’ne terk ediyordu. Cumhuriyet, ümmetten millete geçişin bir aşaması, en büyük merhalesidir.
Atatürk, bunun için Türk Tarih ve Türk Dil Cemiyetlerini kurmak suretiyle, Asyatik kökenli Türk insanının dil ve tarih alanındaki kimliğini, unutturulan kimliğini bilimsel araştırmalarla gün ışığına kavuşturmak istiyordu. Gökalp’ın erken ölümünde eşine: “Bir radyoma benzeyen beyni sükût etmiştir, Türk Milleti derin bir elem içindedir.” demek suretiyle ona olan bağlılığını belirtmiştir. Hatta bununla da yetinmeyerek, Gökalp’ın ölümünü millî yas günü olarak kabul etmiş ve Sovyetlerden, Balkanlardan cenaze merasimine katılmalarını sağlamıştır.
1999 yılı, Gökalp’ın 75’inci ölüm yılı idi. Hiçbir devlet adamımız o günü anmak bir yana, hatırlamak bile istememişlerdir. Türk devlet adamları içinde, Türkçülüğe saygı duyan, ona ömrünü veren tek devlet adamımız Atatürk’tür. Halk Fırkası’nın o zamanın Cumhuriyet Halk Partisi’nin) ilkelerini hazırlama görevi de bizzat Atatürk tarafından Gökalp’a tevdi edilmiştir. Altı Ok’ta gözlediğimiz milliyetçilik, Atatürk ve Gökalp bütünleşmesinin bir sonucudur.
Türkçülükten Sapan Cumhuriyet ve 3 Mayıs Ruhu
Atatürk’ün erken ölümü ile Türkçülük ideali gündemden kaldırılmış, resimlerine tarih kitaplarında, paralarda, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarında yer verilmemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Sovyetlerin Hitler Almanyası karşısında zaferi sonucu, yönetimin stratejik makamları sol eğilimli kadrolara teslim edilmiştir. İlk kez, millî kültürün kaynağını oluşturan kırsal alan çocukları, Sovyet modeline göre kurulan Köy Enstitülerinde eğitilmek suretiyle, Marksist şartlandırmaya tâbi tutuluyorlardı. Kısacası, Türk Milleti, Gökalp’ın deyimi ile “kozmopolit” ve “devşirme” kimlikli yöneticiler tarafından yeni bir sol maceranın içine sürükleniyordu… Artık, Kemalist Sistem devreden çıkarılmış, Marksist şartlandırmalar okullara, devlet daireleri-ne, akademik ve siyasal kuruluşlara kadar yayılıyordu.
Amacı ve gayesi ne olursa olsun, o dönemin başba-kanı Şükrü Saraçoğlu, 19 Mayıs 1943’te bir konuşma yapıyordu. Bu konuşma, hem milliyetçiler arasında milli şuurun devlet kademesinde Atatürk’ten beş yıl sonra gündeme gelmesine hem de derlenip toplanmalarına yol açıyordu. Saraçoğlu Gençliğe Hitabesinde şöyle diyordu:
“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima da Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar da vicdan meselesidir. Biz azalan, azaltan Türkçü değil , çoğa-lan ve çoğaltan Türkçüyüz.”
Bu ifadeler, her ne kadar Hitler Almanyası’nın Sovyetleri kendi topraklarında yenilgiye uğrattığı bir dönemde söylenmiş olursa olsun, yine de tarihî değeri vardır. Çünkü, Atatürk’ten sonra ilk kez “Türkçülük”, unutturulan bu büyük kavram, sesini duyurabiliyordu.
İşte böyle bir ortamda, büyük Türkçü Nihâl Atsız, iki sayı üst üste Orhun dergisinde Şükrü Saraçoğlu’na hitaben kaleme aldığı yazılarında, millî şef politikasını eleştirerek bütün kurumların Marksistleştirme operasyonuna maruz kaldığını örnekleriyle açıklıyordu.
Sadece bir örnek olarak burada sizlere zikretmek gerekirse Sabahattin Ali’yi vermek istiyorum. Atsız, bu mektubunda Sabahattin Ali’nin konservatuarın başına getirildiğini, oysa bu kişinin bir zamanlar Konya Muallim Mektebi’nde iken:
Cümlesi beli der, enel hak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
demek suretiyle Atatürk’e en ağır bir dille hakarette bulunuyordu. Bir Polonya kökenli(Berzanski ailesi) devşirme, bunca hakaretlerden sonra, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve İsmail Hakkı Tonguç’un (Tonguç Baba) himayesinde en kritik yerlere getiriliyor, böylece Atatürk düşmanları taltif ediliyorlardı. Ancak, bir yıl sonra, 19 Mayıs 1944’te Almanların püskürtülmeleri ve Sovyetlerin galibiyeti sonucu, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yapmış olduğu bir konuşmada Atsız’ın bu yazılarını hedef almak suretiyle Türkçülere en ağır bir dille hücumda bulunmuş, ve yargının yolunu açmıştır. Dönemin askerî mahkemesinde Türkçü kadro yargılanmış ve “tabutluklar” denilen yerlere atılmak suretiyle en ağır şekilde cezalandırılmışlardır.
Türkçülük hareketi, izleneceği üzere, Atatürk’ün ölümünden sonra en ağır bir suç telâkki edilmiş, devlet yeniden Türkçülük karşıtı Marksist bir çizgide teçhiz edilmiştir.
Bugün de bazı üst yöneticiler tarafından Türkçülüğün anılmamasının, dışlanmasının da kökeninde 1940’ların karşıt milliyetçi tutumlarının derin izleri vardır. Günümüzde, yönetimi eline alanlar bile, “Türk değiliz, Türkiyeliyiz” diye bilmektedirler.
Türk gençliğinin böyle kutsal bir arenada yeniden teşkilatlanmasına ve bir fikir cephesi kurulmasına hayati ihtiyaçlar vardır. Helâl ve haramın birbirine karıştığı günümüzde, Türk toplumuna ve Türk gençliğine yeni bir ruh ve dürüstlük ahlâkı aşılamanın yolu da bu kendine dönüş ve kendini kendinde bulma iradesinden doğacaktır. Çünkü, Türk toplum yapımız, bir benzetme gerekirse, günümüz yöneticilerinin algıladığı tarzda bir akvaryum değildir. Aksine, dili, kültürü, değerler yapısı ve inanç sistemleriyle, tamamen kurucu kimlik rolünde bulunan Türk Ulusu’nun bir kök paradigmasıdır…
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Tarih-Kültür dergisinden alınmıştır.