Hollywood filmleri için tasarladığı film afişleriyle dikkati çeken Emrah Yücel, “Türkiye çok özel bir ülke. Kodlarınızı aldığınız yerden hareketle bir şey yapıyor olmak çok gurur verici. Açıkçası Türkiye’yi hakikaten seviyorum.” dedi.
“Desert Saints”, “Kill Bill”, “Dreamcather”, “28 Days”, “Path to War”, “Onegin”, “On the Line”, “Time Machine”, “Dangerous Lives of Altar Boys” ve “24 Hours” gibi birçok Hollywood filmine afiş hazırlayan usta tasarımcı Emrah Yücel, Türk sinemasında da aralarında “Mumya Firarda”, “Kurtlar Vadisi Irak”, “Asmalı Konak” ve “Vizontele Tuuba“nın bulunduğu birçok filmin afişine imza attı.
Web tasarımı, televizyon reklamı, poster ve kurumsal kimlik üzerine de çalışmalar yapan Yücel, son yıllarda özellikle ülke ve şehir markalaşması projeleriyle birlikte iletişim tasarımı üzerine yoğunlaşıyor.
Uluslararası sinema ve televizyon sektörünün yakından tanıdığı Emrah Yücel, çocukluğunu, Hollywood’a uzanan yolculuğunu, Türkiye’ye olan bağlılığını ve çalışmalarını anlattı.
Yakın bir tarihte Türkiye’ye geldiniz. Neler yaptınız bu koronavirüs salgını döneminde ve Türkiye’ye gelişinizle birlikte yeni bir projeniz var mı?
Türkiye’de sürekli çalışmalarımız devam ediyor. Özellikle son dönemlerde destinasyon markalaşması üzerinde uzmanlaşmaya başladık. Dünya çapında yaptığımız Kenya, Hawaii, San Antonio ve Nepal gibi projelerin dışında Türkiye’de yıllar önce başladığımız İzmir markalaşma projesinin peşinden Gaziantep’i sonra küçük bir kasaba olmasına rağmen tarihi önemi çok büyük Bergama’yı, hemen peşinden de Çanakkale ve Bursa’yı tamamladık.
Şehirlerin markalaşması ne demektir ve bu yolculuk şehirler üzerinden nasıl ilerliyor, biraz anlatır mısınız?
Şehir markalaşması, aslında destinasyon markalaşması dediğimiz meselenin ikinci başlığı. En üstte ülke markalaşması var. Özünde de bunların tümüne destinasyon markalaşması deniyor. İnsanların bir arada olduğu bu destinasyonların hepsinin içerisinde bir ruh var. Latince de bunun ismine ‘genius loci’ (yerin ruhu) deniyor. Bu ruhun bir fikri oluyor genelde. Fikrin ne olduğunu aslında içindeki insanlar bilemiyorlar, dışardan bakamadıkları için. Bizler o dışarıdan bakma meselesini sağlayabildiğimiz ve bunu da onlardan aldığımız bilgiler ışığında bir araya getirebildiğimiz için bu işin bir uzmanlaşması olmaya başlıyor.
“‘I Mean It Creative’ başlığı altında yaptığımız pek çok ilginç proje var”
Mekanlar ve yerler arasında tarihsel süreçleri de baz alıp, bir kimlik oluşturup, günümüze uyarlanabilecek bir algı ve reklam kampanyası oluşturuyorsunuz özetle diyebilir miyiz?
Aynen öyle. Ama bu sadece görsel değil. Yani ben tasarım kökenli bir insanım, yaptığım işler de aslında hep görsel üzerine kurulu. Fakat yaptığımız iş bunun biraz dışında. Esas iletişimin tasarımını yapmaya başlıyoruz. Çok önemli bir şey. Genellikle herkesin araştırırken bildiği çok kısa ‘keyword’ler (anahtar kelimeler) vardır. Benimki ‘Hollywood’daki yetenekli çocuk’tan öte bir şey. Hollywood’da yaptığımız işlerin dışında burada özellikle ‘I Mean It Creative’ başlığı altında yaptığımız pek çok ilginç proje var.
Peki bireysel olarak bu işitsel algıyı siz nasıl yaratıcılığınızla bütünleştiriyorsunuz? Anladığım kadarıyla bir ekiple çalışıyorsunuz. Müzik anlamında da ayrıca bestecilik yönünüz de var mı?
Ben müzik yapmıyorum ama yaklaşık 40-50 kişilik bir ekibin çalıştığı bir iş. Tabii ki fotoğraf çekimlerine de ben gitmiyorum. Baktığınız zaman bu işin başındaki kreatif direktör olarak orada hangi fotoğrafların daha ikonik duracağı, yurt dışı bakışıyla neyin ilgi çekebileceği ya da bu melodilerden hangisinin ‘universal’ temalara sahip olduğunu doğal olarak hissedebiliyorsunuz. O da senin kreatif direktör olarak meseleye getirdiğin farklılaşma ve ayrışma oluyor. Bizimle çalışmak isteyen pek çok insan zaten bizi bu yüzden seçiyor. Bir parantez daha açmak istiyorum. Talebin Türkiye’den gelmesinin arkasında da köklerimizin Türkiye olması var. Dediğim gibi Kenya, Nijerya, Hawaii’de de çalıştık. Bu projelerin tümünde sonuçta evrensel kimliğinizle yer alıyorsunuz. Ama Türkiye’de bir şey yaparken kendi kökeninizden olan bir şey olduğu için meseleyi daha iyi anlayabiliyor, doğru yapıyorsunuz. Zaten destinasyon çalışması da o bölgelerin insanları ile yapılır.
“Türkiye’deki ve yurt dışındaki rakiplerimizden ayrışıyoruz”
Uluslararası alanda sinema ve televizyon sektörünün yakından tanıdığı bir isimsiniz. “Dreamogram” ve “I Mean It Creative”in kurucususunuz. “I Mean It Creative”in anlamı da bu arada çok güzel.
Evet, gönlünüzü koyarak yaptığınız iş.
Bu ikisinin nasıl ayrıştığını anlatmanızı isterim. Fakat önce bu yolculuğa çıkış noktanızı merak ediyorum. Anne ve babanızın Londra’da BBC’de çalışmasıyla birlikte orada müzelerde gezinen bir çocukken mi bu yolculuk başladı?
Bir kere tanınırlık meselesini bir tanımlamak istiyorum. Çünkü Türkiye’deki röportajların birçoğu ‘dünya çapında ünlü ve tanınır’ diye başlıyor. Ben dünya çapında tanınan birisi değilim.
Hollywood’da?
Hollywood’da da tanınan birisi değilim. Ben bu sektörün içerisinde var olan bir işin, bir dişlinin parçasıyım. Yani çalıştığım ve sonuçlandırdığım pek çok büyük proje oldu. Yani ‘Avatar’ı da, ‘Kill Bill’i de, ‘Frida’yı da biz yaptık. Bunların içerisinde, üzerinde çalıştığımız ve bitirdiğimiz yüzlerce büyük box office ve Oscar filmi var. Ama kimse beni şahsen bilmez. Benim içerisinde bulunduğum yer kesinlikle yaptığım projelerin büyüklüğü ile orantılı. Baktığın zaman uluslararası birçok projeye imza atmış bir tasarımcıyım. Ama dediğim gibi bir dişlinin parçasıyım. Bunlar ekip işi. İçerisinde stüdyolar ya da televizyon departmanlarının hepsinin içerisinde marketing bölümleri var. Orada sizi işe alan yerler var. Biz de onlara servis veren bir ajansız ve ben de onun kreatif direktörüyüm.
Gelelim ‘Dreamogram’ ve ‘I Mean It’ meselesine. Sinema sektöründe yaptığımız işlerin hepsi ayrıca özellikle sinema sektöründeki insanları ilgilendiren bir şey. Çünkü sizi işe alan Warner Brothers, Disney, Columbia ve Paramount gibi büyük stüdyolardır. Bunların dışında çalıştığımız büyük televizyon kanalları ve bir de bunun dışında aylık para ödediğiniz ‘streaming business’lar, kanallar eklendi. Bunlar da sizin başka iş yapmanızı istemezler. Yani destinasyon markalaşması ya da şirketlerin ‘startup’ları, ‘branding’leri, reklam filmi çekiyor olmanız onları ilgilendirmiyor. Onların istediği iki tane şey var. Net olarak film ve eğlence dünyasının görsellerinin tasarlanması ve bunlar için bir strateji oluşturulması, aynı zamanda da bütün bu yapının stratejik olarak doğru temeller üzerine kurularak bir de mesela bunların fragmanlarının üretilmesini istiyorlar. Biz de onlara bir şirket adı altında o servisi veriyoruz. Çok iş yapan değil, bir alanda uzmanlaşmış bir şirket Dreamogram. I Mean It ise 12-13 yıllık bir şirket. Bu şirketin içinde de dünyanın farklı bölgelerinde bir sürü çalışanımız var. Ağırlıklı olarak yaptığımız iş, markalaşma ve bununla ilintili olan reklam işleri. Aslında biz orada o kadar çok şey yapıyoruz ki. Şehir markalaşmasında olduğu gibi strateji de var, araştırma da var. Bütün bunların üzerine var olan marka değerlerinin tümünün tekrar gözden geçirilmesi, ihtiyaçlarının tanımlanması ve yıllara bölünmesi de var. Mesela kimi zaman bir markanın görsel değişikliği kademeli olarak yapılması gereken bir iş. Bu bir amblem değişikliği de olabilir, bir renk kodu ya da müzik değişikliği de olur. Stratejik olarak mesela hangi ürünün öne çıkması, hangi ürünün yıllar içinde azalması ve hangisinin daha çok satılmasıyla ilgili kararlar da olabilir. Biz bütün bunların hepsine baktığımız için de mutlaka şirketin ve o şehrin derdini kendimize dert etmemiz gerekiyor. Hakikaten kalbini koyman ve içselleştirmen gereken bir mesele. O yüzden Türkiye’deki ve yurt dışındaki rakiplerimizden ayrışıyoruz. Aslında danışmanlık ve gönül beraberliği kurmuş oluyoruz.
Duygusal bir bağ kurmak gibi bir durum sanırım.
Evet. Çok şaşırtıcı bir şekilde Türkiye’den ilginç talepler geliyor. Çünkü Türkiye de yavaş yavaş yurt dışına açılmak istiyor. Özellikle Amerika’da iş yapmak isteyen, sadece satış kanallarını Türkiye’de değil yurt dışında geliştirmek isteyen birçok firma da doğal olarak yurt dışındaki bir firma ile çalışmak istiyor ve biz de onlara iyi karşılıklar vermiş oluyoruz. Özellikle inovasyon ve pek çok buluşun, değerin çok önemli olduğu Kaliforniya gibi yerden bu servisi almak istiyorlar.
“Sabahtan akşama kadar müzelerin o büyük kanyonları içerisinde, eserlerin arasında gezmeye başlıyordum”
Peki çocukken müzedeki dolaşmalarınız mı sizi bu günlere getirdi?
Bu ilginç bir hikaye. Benim babam resim, annem de edebiyat öğretmeni. Fakat yıllar onların her ikisini de farklı yerlere çekti. Babam belgesel ve eğitici film yönetmeni oldu. Annem de önce radyo programı sonra da senaryo yazarı oldu. Birlikte çalıştılar. Ben de onlarla birlikte çekimler için Türkiye’nin her yerini gezdim. Çok ilginç bir deneyimdi. Fakat babamın Yörüklerle ilgili ‘Göçerler’ diye bir filminin Berlin Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’ almasının ardından, babama ‘BBC’ye gelin, biz size bir yıllık eğitim veriyoruz. Peşinden de bir yıllık staj gibi bir çalışma olanağı ve 2 yıllık program olacak’ dediler. Babam, ‘çok isterdim, ama eşim ve çocuğum var gelemem’ diyor. ‘Eşiniz ne iş yapıyor?’ diye soruyorlar. Senaryo yazıyor diyor ve ‘süper o da katılsın’ diyorlar. Biz ailece apar topar ilk okula yeni başlamıştım, Londra’ya yerleşiyoruz, 1978-1979’lu yıllar. BBC’den birilerinin yardımıyla Londra’da beni Katolik okuluna yazdırıyorlar, tabii dil de bilmiyorum, bizi kiliselere götürüyorlar şarkılar söylüyoruz. Fakat İngilizce bilmediğimi cevap veremediğim için özellikle kızlar fark ettiler. Kendilerince şakalaşıyorlar. Sonra erkek çocuklarla da aynı şey olmaya başladı. Onlar da beni bir şeyler söyleyerek sıkıştırmaya başladılar. Ben cevap vermediğim için bu sefer fiziksel olarak da bir şeyler yapabileceklerini düşünmeye başladılar. Ben de ne yazık ki bu itip kakmaya cevap verdim. Bu sefer müdürün odasında çocuklarla oturuyoruz, ‘Emrah uyumsuz’, bir öğrenci de ‘şiddetle cevaplar veriyor’ dedi. Beni okuldan attılar. Aileme anlattım durumu.
Ekonomik olarak da çok güçlü bir durumumuz yok. Shoreditch’te Hintli bir apartman sahibinin evinde bir oda kiralamışız, ailece orada yatıp kalkıyoruz. Annem, babam gidiyor, Hintli adamla yemek yapıyoruz birlikte, televizyon seyrediyoruz, günlerim geçiyor. Hafta sonları iple çektiğim günler. Çünkü hafta sonları müzelere gidiyoruz, kültür merkezlerinde geziyoruz. Hem annem ve babam besleniyor hem ben de onların yanında muazzam bir kültürle karşı karşıya geliyorum. Hiç unutmuyorum Hintli ev sahibimiz körili yemekler yapıyor, ben de onun yanında soğan doğruyorum, oynuyorum. Bir akşam üçümüz bir döşeğin üzerinde yatıyoruz. Annem benim uyuduğumu sanarak, babama, ‘Hasan bu çocuk çok köri kokuyor, ben dayanamıyorum biz ne yapacağız?’ dedi. Bu söz beni nasıl mahvetti anlatamam. Ondan beridir hijyen konusunda hassas bir adam oldum. İkincisi beni babaanneme gönderecekler, onlardan ayrı, bu güzel dünyadan uzak kalacağım korkusu beni mahvetti. ‘Ne pahasına olursa olsun kalmak istiyorum’ dedim. Babamın aklına parlak bir fikir geldi. Müzelere gittiğimizde o dönemlerde çocuklara bir yaka kartı veriyorlar, üzerinde bir numara var, aynısını veliye de veriyorlar. Müzeler çok büyük ve cep telefonu yok, böylece kalabalıklar arasında müzeden çıkarken çocukların kaybolmasını engelliyorlar.
Böylece çözümü buldunuz mu?
‘Süper, zaten çok hoşuma gidiyor. Bir de babaanneme dönmeyeyim de ne olursa olsun’ dedim ve bizim böyle bir maceramız başladı. Sabah 10.00’da müzenin açılmasıyla yaka kartımla beni müzeye bırakıyorlar ve işe gidiyorlardı. Ben de o yaka kartımla birlikte müzelerin o büyük kanyonları içerisinde, eserlerin arasında gezmeye başlıyordum.